“Günün nasıl geçti oğlum?” dedi babam benim dakikalardır burada beklememe rağmen benim yüzüme bile bakmamış, benden bir buçuk yaş küçük erkek kardeşim geldiği anda –geç gelmesine rağmen- onun gözlerinin içine bakıp beni yok sayarken. “Güzel geçti baba. Okula gittim her zamanki gibi. Aklıma gelmişken söyleyeyim akşam arkadaşlarla dışarı çıkacağım,” diye yanıt verdi kardeşim. Annem göz ucuyla ağabeyime anlamını anlamadığım bir bakış attı. Her zamanki gibi bilmediğim bir şeyler dönüyordu ve şahsen umurumda bile değildi artık. Eskiden böyle şeylere takılıp kendimi üzüyordum, fakat artık alışmıştım. Onların beni sevmesi için her ne yapsam yapayım bir türlü yaranamamıştım. Zaten bölümü seçtiğimden beri çektiğim çile kalmamıştı. Sanki uygun bir şey seçsem beni daha fazla sevecekler gibi. Bir anım vardır, hiç unutmam. Karne günümüzdü ve ben okul birincisi seçildiğim için bana bir belge vereceklerdi. Annem ve babam kardeşimin sınıfında onun karnesini aldığını izlemişlerdi. Oysaki kendi yaş grubunun arasında birinci falan seçilmemişti. Ailemizde asırlardır aktarılan ve yirmi birinci yüzyıla uymayan ‘erkek ailenin reisidir, kadından da üstündür’ saçmalığı onlarda da devam ettiği için maddi açıdan ne kadar zengin olursam olayım aile sevgisinden yoksun büyümemin yalnızca geçmişi değil, geleceğimi de etkileyeceğini ne yazık ki biliyordum. Yine düşüncelere dalmış giderken cebimde olan telefon titremeye başladı. Ailem çoğu aile gibi sofrada telefon ile konuşmanın kötü olduğunu düşündüğünden gelen aramayı yok saydım. Birkaç dakika sonra yeniden titredi. Kimin aradığına baktım. Arkadaşım İdil arıyordu. İlk arama da ondandı. “Affedersiniz, bunu açmalıyım” diyerek uzaklaştım yemek salonundan. Merdivenden odama çıkarken açtım telefonu: “Tam yemek yiyordum. Aranır mı bu saatte?” “Çok büyük bir sorunum var!” dedi kekelerken, “Sana bir adres söyleyeceğim, hemen gelmen lazım. Yardımına ihtiyacım var.”
Söylediği adrese giderken kalbim yerinden fırlayacaktı adeta. O kadar aceleyle çıktım ki aileme ne söylediğimi bile hatırlamıyorum. Hiçbir şey söylemeden çıktığım ihtimalini de düşünmeliydim tabii. Lanet olası İstanbul trafiği yine boğazı geçtikten sonra tıkanmıştı. Yaklaşık otuz beş dakika yoldan sonra varmıştım arkadaşımın söylediği adrese. Ancak doğru adres olup olmadığından emin değildim. Beni neden gecenin yarısında kimsenin olmadığı boş bir araziye çağırsın ki? Biraz daha ilerlediğimde arabasını gördüm. Yakınına park edip arabadan indiğimde o, üstü başı kan içinde ağlıyordu. Koşarak yanına gittim ve ona ne olduğunu sordum. Ayağa kalkıp arabasının bagajını açtığında önce kötü bir koku aldım daha sonra bir ceset gördüm. Bu, arkadaşımın arkadaşıydı.
“Yemin ederim bilerek olmadı, önce o yaptı. Önce o yaptı. Ben suçlu değilim. Ben suçlu değilim!” onu duyuyordum ama gözüm arabanın bagajında kana bulanmış cesede takılmıştı. Sanırım iki dakikadır gözümü bile kırpmıyordum. “Ne oldu?” diyebildim yalnızca. İçinde bulunduğumuz durumun iki kelime ile en doğru ifade edilişi bu olmalıydı. “Önce sakinleş, sonra anlat.” Nefesi yerine gelince anlatmaya başladı. “Dışarı çıkmıştık. Fakülteden bir çocuk ile karşılaştık. İkimiz de derslerimizde iyi olduğumuzdan aramızda finallerden önce not alışverişi yaygındı. Finallere daha çok var elbette ancak okul yeni başladı ve arkadaşlarımla uzun zamandır konuşmuyordum. Aramızın yeniden ısınmasını istiyordum bu nedenle ona bir selam verip işime bakamazdım. Onunla oturduk sohbet ettik biraz. En fazla da on beş dakikadır. Bir şey değil yani. Geldi sonra, saçma sapan tavırlar. Önce çocuğu kovdu sonra da kolumdan çekip dışarıya sürükledi beni. Dizilerdeki erkeklerin yaptığı gibi beni kolumdan sürükledikten sonra gelip de kalbimi kıracak sözler söyledikten sonra beni burada bırakıp gidemez. Çünkü onlar kurgu. Kurguda erkek her ne isterse yapabilir ama gerçekte beni bir eşyaymışım gibi sürükleyip çıkarmasına sinirlenmiştim ve gururuma dokunmuştu. Kamerası olmayan arka bahçesine sürüklemişti beni. Ben de bağırmaya başladım ona, o da devamını getirdi. Biraz sesimi yükselttiğimde beni itti. Ben de sinirlenip onu daha güçlü ittim o da oradaki kaldırım gibi olan yere kafasını çarptı. Ben de onu çok zor da olsa bagajıma taşıdım. İşte sonuç da bu. Keşke polise gitseymişim. Ah, ben ne düşündüm o sırada.” Dedi. “Ne düşündüm?” diye ince bir sesle tekrarladı. Duyduklarımı sindirmem zor olacaktı elbette fakat şu anda arkadaşımın yardıma ihtiyacı vardı ve iş işten geçmişti. “Pekala, sana yardım edeceğim.”
3 Hafta Sonra…
Yine kabuslu geçen bir geceden sonra alarm saatimin çalması ile yıllardır bu anı bekliyormuş gibi yatağımdan fırladım. Aynada kendime baktım. Saçlarım dağılmış, gözaltlarım 20 günü aşkındır uykusuz olduğum için morarmış ve çökmüştü. Derslerime giriyor, dinlemiyordum. Pişman mıydım? Kesinlikle. Yine olsa yapar mıydım? İşte bunu bilmiyordum. Ama uyuyamamamın nedeninin pişmanlık olduğunu biliyordum. Balkona çıkıp gökyüzüne baktım. Bulutlar pamuk şekere benziyordu. Her sabah uyandığımda ilk aklıma gelen şey “Başıma bunların geleceğini bilseydim o telefonu açmazdım.” Oluyor.
Dersler bittikten sonra hızlıca eve –odama- döndüm. Kendimi yatağa attım ve gözlerimi kapattım. Polis merkezinin önüydü. Kapkaranlıktı ve yağmur yağıyordu. İçeri girdiğimde herkes uzun zamandır beni bekliyormuşçasına “Sonunda geldin!” diye bağırıyordu. Bir kadın geldi yanıma. “Aslında senin suçun değildi. Ama geç bile olsa polise gitmesini sağlayabilirdin. Sen de bunun bir parçasısın ve bunu düzeltmen için doğru olanı yapman gerekiyor.” Dedi. “Doğru olanı…”
Her zaman kabus görüyordum ancak bu seferki başkaydı. Kadın doğru söylüyordu. Doğru olanı yapmalıydım. Saate baktığımda 04.59’u gösteriyordu. Daha fazla bu ortamda bulunmak istemediğimden telefonumu, montumu ve anahtarımı alıp evden çıktım ve sahile gittim. Birkaç saat geçirdikten sonra polis merkezine gittim ve olan şeyi bütün detayları ile anlattım. Arkadaşımı ortada bıraktığım için vicdan azabı duymuyordum ve bunun beni duygusuz bir insan yaptığını sanmıyorum. İnsanlar bencil bir varlıktır ve ben artık acı çekmek istemiyordum. Her neyse zaten onlar da zanlıyı arıyorlarmış. Teyit etmek için ailemi arayıp o gece evde olup olmadığımı sorduklarında onlar, evde olmadığımı ve ertesi günün öğlesinde geldiğimi söylemişler. Kardeşim olsaydı nasıl da korurlardı ama.
8 hafta geçmişti. Her yerim yara içindeydi ve cinayete yardım ve yataklıktan 9 yıl ceza almıştım ancak itiraf ettiğim için daha erken çıkacağım belli. En azından burada tek olabiliyor, yaptıklarımla yüzleşiyor ve bir karşılaştırma olmadan kendim için kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Ne de olsa bir kütüphanemiz vardı. Artık küçük şeylere takılmıyordum. Annem bunu yaptı, babam bunu dedi falan. Yan ranzada yatan kadın yanıma gelip “Hadi, çıksana bahçeye! Zaten kırk yılda bir çıkarıyorlar bari çık tadını çıkar.” Korkuyordum. Ama çıktım. Gökyüzüne baktım, bulutlar pamuk şeker gibiydi. Önce gözümden yaş geldi sonra gülümsedim, en azından sevilmemeye alışmıştım ve ruhum sevilmek için türlü türlü fedakarlılar yapmak zorunda değildi. Hapishanedeydim ancak ruhum özgürdü.