Zihin

Bütün dünya sessizliğe büründü.

”Bu yardım çığlığını bir tek ben mi duyuyorum?” diye sordum ve sesimin yankısıyla karşılaştım. Paslanmış metal odadaki soğukluk beni rahatsız ediyordu ve ortamdaki tek canlı varlık olmak da pek hoşnut bir duygu değildi. Katmanlarca tozla kaplı camı ceketimin yakasıyla silip zifiri karanlıktan kurtulmaya çalıştım ancak çabalarım sonuçsuzdu; birkaç acınası denemeden sonra vazgeçtim ve nispeten temiz olduğunu düşündüğüm bir noktaya oturdum.

Panik olmamaya çalıştım, akıl sağlığımın son döküntülerine tutunuyordum ve delirmeden önce odaklanmam gereken bir şey bulmaya çalıştım ancak boşluğun ortasında bulunan ve içinde de sadece boşluk olan bir odada odaklanılacak pek de bir şey yoktu. Nefes alış-verişimi dinledim, yalıtılmış bölmedeki tek ses buydu. Kalp atışlarımı saydım: dakikada yüzü geçtiğine yemin edebilirdim ve bunun sağlıklı olmadığını hemşire olan annemden öğrenmiştim.

O anda ne kadar da yanlız ve çaresiz hissettiğimi açıklayamazdım, hayatımda hiç yaşamadığım kadar büyük bir duygu fırtınası içindeydim: melankoli, panik, hüzün ve en fazla da kızgınlık. Birisi kaleminizi izinsiz aldığında ve ya çok çalıştığınız sınavda bocaladığınızdaki gibi bir kızgınlık değil, hayır, saf bir kızgınlıktı bu. Gözünüzü açtığınızda kırmızı gördüğünüz, sinirden ağlamak istediğiniz, duygularınızı kontrol edemediğiniz ve etrafınızda ne varsa parçalamak istediğiniz kızgınlık. Ancak etrafımda terli suratıma yapışan toz parçacıklarından başka hiçbir şey yoktu, ben ve duygularım baş başaydık. Bu da beni paniğe sokmuştu, yerin pürüzlü çıkıntılarına tutunmaya çalışıyordum ancak hissedebildiğim tek şey elimde oluşacağını bildiğim nasırlardı. Tıpkı bir zincir reaksiyonu gibi, bu da beni hüzünlendirmişti. Bir kaç saat önceki mutluluğumu, uzandığım o rahat, hint malı kilimleri hatırladım. Ne olduğunu anlayamamıştım ve nerede olduğunu bilmediğim tuhaf bir kutuda sıkışıp kalmıştım, tıpkı bazen çaresiz hissettiğinizde kendi zihninizde sıkışıp kalmanız gibi, çıkışın olmadığını düşünüp geceleri geç saatlere kadar ağladığınız o anlar gibi. Ancak bu sefer bu ‘çıkış’ bir metafordan çok daha fazlasıydı ve gerçekten bu durumdan kurtulamayacağım fikri beni ürkütüyordu.

En son neler olduğunu hatırlamaya çalıştım: donuk bir mumun aydınlattığı odada, yumuşak kilimin üstünde bir kaç çocukla oyun oynuyordum. Bu çocuklar kuzenlerimdi ve ev de anneanneme aitti. Kafamı kilimin yukarıya kıvrılmış olan bölümüne yaslamıştım ve ellerimi göğsümün üstünde birleştirmiştim. Hatırladığım son şey annemin odaya getirdiği tatlının nektarımsı kokusuydu. Bütün bu ufak detayları hatırlamama rağmen bulmacanın parçaları hala uyuşmuyordu: anneannemin gecekondu evinden nasıl da bu her tarafı kaplı kafesin içine düşmüştüm?

Belki de rüya görüyorumdur.

Sağ kolumu sıkıca cimcikledim ve saniyeler içinde oluşan acı sonucunda kolumu kavradım. Daha önce gördüğüm rüyalara benzemiyordu bu; eski rüyalarım bu kadar hissiyat içermiyordu ve kendimden bu kadar da emin olamıyordum. Ve daha önce hiç kabus görmemiştim, bu bir ilkti.

Ağlamaya başladım ve başta kulağımı dolduran o acı dolu sesi yine duydum. Kendimi büküldüğüm yere dirseğimle sabitleyip çıt çıkarmamaya ve sesin kaynağını bulmaya odakladım. Ses kendini tekrarladı ancak bu sefer daha alçaktı, birkaç defa tekrar etti, her seferinde daha da solgunlaştı ve en sonunda yok oldu.

Bir kaç saat önce duyduğum o yardım çağrısının kendimden geldiğinin farkına vardım.

 

(Visited 140 times, 1 visits today)