Havalar artık soğumaya başlamıştı. Turuncumsu kahvemsi yapraklar çoktan dökülmüş, geriye koyu ve kuru dallardan başka bir şey kalmamıştı. İçimi karartan o soluk, gri kaldırımları kızarmış ekmek misali çatırdayan yapraklar kaplamıştı.
Çok geç olmamasına rağmen hava kararmaya başlamıştı. Yukarı doğru bakınca birazcık da olsa hala gökyüzündeki o yumuşak bir maviliği görebiliyor, hissedebiliyordum. Kuru, nemlendirilmemiş cildime doğru esen soğuk, keskin rüzgâr yüzümü adeta bıçakla kesiyordu. Kabanımın kapüşonu ile başımı örtüp kenar kısımları ile yüzümü acımasızca acıtan rüzgâra elimden geldiğince engel olmaya çalıştım.
Her gün olduğu gibi bugün de o kahrolası işimden çıkıp evime doğru yol almıştım. Her şey çok ağırdı artık benim için. Her gün sabahın erken bir vaktinde kalkıp hava kararana kadar aptal insanların aptal işleriyle uğraşmak ve bunun karşılığında yok denecek miktarda maaş almak stresli değil komik derecede sinir bozucuydu artık. Gençken hep para miktarı ne olursa olsun sevdiğim, zevk aldığım, mutlu olduğum bir işi yapacağımı söylerdim. Fakat öyle değil. Bir yerden sonra yürüdüğümüz yollardan aldığımız nefese kadar her şeyin para olduğunu görüyoruz. Lanet olası o para. İhtiyacı olan herkesin nefret ettiği ama muhtaç olduğu o şey…
Düşüncelere dalmışken otobüs durağının oldukça geride kaldığını fark ederek eve yürümeye karar verdim. Arada yapardım böyle. İnsanlardan uzaklaşmak, kendimi yeniden bulmak, anlam arayışına son vermek için. Otobüste, kalabalığın içinde, düşüncelerimle boğuşmak zor olurdu. Her seferinde yaptığım gibi terapistimin önerdiği huzur verici (!) müzikleri dinlemeye çalışır, fakat sonra kendi şarkılarımda aramaya başlardım o huzuru.
Acıkmıştım. Hemen sokağın karşısındaki marketten ev için bir şeyler aldım. Tam eve doğru giden yola dönecektim ki tam karşımda duran evsiz bir adam dikkatimi çekti. Daha önce hiç onu burada görmemiştim. Onun olduğu tarafa yöneldim ve yanına yaklaştığımda yavaşça kafasını kaldırıp usulca suratıma bakan gözleri inceledim. Benden yaşça büyük olan adamın yanına çöktüm ve aldıklarımdan bir paket kurabiyeyi açıp önce kendim bir parça alarak kendisine nazikçe bir ikramda bulundum.
Zaman su gibi akıp geçmişti. Uzun uzun sohbet etmiş, kendi hayatımızdan bahsetmiştik. Geç olduğunu ve gitmem gerektiğini söyleyerek aldığım market ürünlerini kibarca bırakarak yoluma devam ediyordum ki bana basit görünen fakat çok ilginç bir soru yöneltti: “Issız bir adaya düştüğünüzde yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?” Tebessüm edip acele ile evin yolunu tuttum.
Güneşin kavurucu sıcağı yüzümü yakıyordu. Nerede olduğumu anlamak için gözümü açmaya çalıştım. Güneş gözümü esir almıştı birkaç saniyeliğine. Denizin kumlarla olan tartışmasıyla açabilmiştim gözümü sonunda. Etrafıma dikkatle bakındım. Sanki bir şakanın içerisindeydim.
Günler, haftalar birbirini kovalıyordu. Üzerim kalın olduğu için şanslı sayılırdım. Geceleri çok zorlu ve soğuk geçiyordu. Büyük dal ve yapraklardan kendime sığınabileceğim, küçük bir yer yapmıştım. Gün içinde karnımı doyurmak için adayı gezerek bir şeyler bulmaya çalışıyor, yaşadıklarıma anlam veremiyordum.
Hissedebiliyordum. Kanımda dolaşan zehrin akışı bana tekrar hayat veriyordu sanki. Duruma bakacak olursak hayatımı alıyor demek daha doğru olurdu sanırım. Zehirli bir yılan tarafından sokulmuştum. Zehirli? Hissediyordum. Başıma bunların geleceğini bilseydim ‘Issız bir adaya düştüğünüzde yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?’ diye sorulduğunda uzun uzun düşünürdüm. Nereden bilebilirdim?
Hiçbir şeyin anlamı yoktu artık. Ne para ne de iş. Sadece hayatta kalmak önemliydi şu an için. Gerisine sonra da karar verebilirdim nasıl olsa değil mi?