Gri tonlarının hakim olduğu, güneşin dünyayı terk ettiği izlenimini veren sisli bir cumartesi sabahında uyandım. Sevmiyordum bu havayı, alışamıyordum bu karanlık görüntüye. İnsan özlüyor güneşi, ne zaman sırtımı güneşe dönüp yürüsem tekrar arkama bakar gülümserim güneşe. Sanki o da bana gülümser gibi. Kaç insan düşünmüştür içinden güneşi ne kadar sevdiğini, aslında ruhunun güneşe ne denli muhtaç olduğunu?
Her sabah böyle oluyor işte; bu düşüncelerin içinde o kadar kayboluyorum ki değil uyanmak, sanki uykuya dalmak üzereyim. Kalkmam gerek yoksa beni geçecek zaman. En büyük rakibim, öylesine tuzakları var ki… Boşuna dememişler altından değerli diye, ne kadar yalvarsanız da bir saniyesini vermez size. O kadar hızlıdır ki siz ne olduğunu anlamadan zaman işini yapıp size kaybınızı yaşatır bile! Basitinden bir örnek vereyim. Sınavları düşünün: Ne kadar çalışsanız da düşük not alırsınız bazen. Öğretmenlere bahane gibi görünse de gayet haklı bir sebeptir bu: Çalışmaya zamanın kalmadı! Öyledir zaman, kum taneleri gibi ellerinizin arasından kayarken siz hala onu yenme planları yapıyor olursunuz. Uykunuzdan fedakarlık yapsanız da, dizi keyfinizi erteleseniz de elde var sıfır! Ben de bu nedenle zamanla yarışmayı seçtim. Bu benim yaşamımdaki en büyük emelim.
Kahvemi yudumlarken ne kadar tatsız olduğunu düşünüyordum. Ben kahvemi her akşamdan hazırlarım ve sabaha kadar soğur. Hala sebebini mi düşünüyorsunuz? Zamanım yok yahu, güne hemen başlamam gerek! Ayık olmak ve zamanın hilelerini kaçırmamak için kahve içmek zorundayım. Ayrıca takım elbiselerimle uyurum, sabah onları giyecek iki saniyem bile olmaz. İki saniye deyip geçmeyin canım, göz açıp kapayıncaya kadar kıyamet de kopabilir.
Yeni bir iş görüşmesine gideceğim için her zamankinden biraz daha erken çıktım evden. Zamanın tuzaklarına ayıracak vaktim yok, bu iş benim için çok önemli. Görüşmeyi yapacağım bina tam da kafamda tasarladığım gibiydi, her katın her köşesinde birer tane yapay bitki, kırmızı deri ve rengi solmuş koltuklar, zevkin yanına bir adım bile yaklaşamaya
cağı tasarımda bir sehpa ve hayatlarının beki de son gününü yaşayan mutlu görünümlü robot insanlar… Sekreterin beni çağırmasıyla bekleme yerinden ayrılıp görüşmeyi yapacağım yere yöneldim. Telefonda oldukça karizmatik bir sese sahip olan bu adamın görünüşünü merak etmiyor değildim. Göz ucuyla saatime baktığım anda beynime kan sıçradı. Tam yirmi dakikadır o koltukta beklemiştim. Adımlarımı hızlandırdım, insanlara çarpmam umurumda değildi. Ne pahasına olursa olsun, ben kazanacaktım.
Taş çatlasa 45 yaşında, ela gözlü ve sert yüz hatlarına sahip bir adam beni karşıladı. Düşündüğüm kadar karizmatikmiş aslında. Söze girmesiyle onu süzmeyi bıraktım: “Selim Bey; özgeçmişiniz, okuduğunuz okullar, aldığınız temel eğitim… Bunların hepsi size vermek istediğimiz pozisyon için yeterince uygun fakat ben size birkaç kişisel soru sormak istiyorum. Öncelikle, gerçekleştirmeyi arzuladığınız bir hedefiniz var mı?” dedi. “Elbette var, ben zamanla yarışıyorum ve günün birinde onu yenmek en büyük misyonum.” Şaşkınlığı yüzünden belliydi, boğazını temizleyip biraz açıklamamı istedi. Ona da size anlattığım her şeyi anlattım. Sonra bir şamar etkisi yaratan o soruyu sordu: “Yaşamaya zamanınız kalıyor mu?” Ağzımı açmadan tekrar söze girdi: “Kahveyi sıcakken içmek, pamuklu pijamalarla yatmak, ayaklarınızı uzatıp saatlerce müzik dinlemek, şuursuzca evde dolaşmak hayatın tadıdır. Zamanı yakalayacağım diye kendi değerinizi bilmiyorsunuz.” Afallamış bir şekilde “Bana vazgeçmemi mi söylüyorsunuz? Kaybetmemi mi istiyorsunuz?” dedim. “Bir şeyden vazgeçmek, her zaman kaybetmek anlamına gelmez.”