İşte o gün, bilimin sınırlarını zorlamaya karar verdim ve gelmiş geçmiş ilk zaman makinesini icat ettim. İlk yolculuğumun heyecanıyla dolu bir gün, makineyi çalıştırdım ve aniden farklı bir zaman dilimine, dinozorların yaşadığı çağa ışınlandım.
Bulunduğum yer, tarihin derinliklerinde bir Dinozor Şehriydi. Koskoca ormanlar, birbirinden güzel ama aynı zamanda biraz da ürkütücü dinozorlar ve ağaçları kollarıyla sıkıca sarmış sarmaşıklar… Her adım, tarih kokuyordu. Akan şelalelerin sesleri, dinozorların bağrışmaları ve sokakları dolduran içinden çıkılamayacak derecede güzel rüya gibi bir doğanın içinde kendimi buldum.
Birkaç dinozorun çatışmasının heyecan verici havasında, birden yanıma kısa boylu, çekik gözlü ve biraz yaşlı bir adam geldi yanıma. Adam yanıma geldi ve “Buraya gelmeyi başaran kişi sayısı fazla olmadı.” dedi. Onların yaşamlarını ve dinozorlar çağını bu yaşlı adamdan dinlemek benim için büyüleyiciydi.
Ancak, zaman yolculuğunun getirdiği riskleri de gördüm. Bir daha zaman makinesiyle tarih değiştirilemezdi ve bunun yanında yaşanan hiç bir olayın sonuçları öngörülemezdi. Bu yüzden dikkatli olmalıydım. Zamanı etkilemeden, sadece izleyici olarak buranın güzel atmosferinde kaybolmak ve kendime barınacak bir alan bulmak benim için daha iyi olacaktı.
Zaman makinesinin mucidi olmak, sadece bilimin değil, aynı zamanda insanlığın ve tarihin de derinliklerine inmek demekti. Bu yolculuk, benim için sadece bir keşif değil, aynı zamanda zamanla, dinozorlarla, tarihle ve daha birçok göreceğim yerlerle olan bağlılığımın bir ifadesiydi.