Her gün olduğu gibi tan ağarmadan ayağa dikildim. Ermişinin, cahilinin, zengininin, fakirinin, ahlaklısının, tabiri caizi ile edepsizinin, kısacası bütün insan profillerinin bulunduğu bu şehirde -yani senelerdir oturduğum İstanbul’da- normal bir günün sabahıydı. Hiçbir zaman çok uyumaktan haz etmediğimden karanlığa bürünmüş olmasına rağmen bu sabah saatlerinde ayakta olmak marjinal değildi. Sıcacık yorganımın altından çıkıp ayaklarımın zeminin soğuk yüzeyi ile temas etmesi üzerine kendime iyice geldim. Camımdan dışarıya baktım, normalde gürültülü yahut kalabalık olan kentin tenha güzelliğini izlemeye koyuldum. Ne gün içerisindeki korna sesleri ne de sokak satılıcılarından iz vardı. Uzun bir süre huzur ile kendimi tatmin ettikten sonra günlük rutinime döndüm.
Öncelikle mutfağa uğrayıp çaydanlığa kaynaması için biraz su doldurdum. Ardından üstümü değiştirmek için odama koyuldum. Nisan ayındaydık, sıcaklık martın dengesizliklerinden kurtulunca hava ısınmaya, etrafı meltemler yavaş yavaş sarmaya başlamıştı. Yine de sabahları bu esinti normalden daha soğuk olacaktır ki üstüme az da olsa kalın olan kıyafetlerimi geçirmem gerektiğini düşündüm. Odamın arkasındaki askılığa yöneldim ve en sık kullanmayı tercih ettiğim çantalarımdan biri olan, hafif bir retro havası veren deri çantamı aldım. Çantamın içerisine o an okumakta olduğum kitabı ve belki canım anı ölümsüzleştirmek isterse diye fotoğraf makinemi koydum. Mutfağa uğrayarak bir çırpıda çayımı demleyerek termosa koydum. Dört duvarlı, beş senedir hayatımı geçirdiğim bu yerden her sabah olduğu gibi ayrılmaya hazırdım.
Sahil sadece 15 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Yürümek sıkıntı değildi. Sonuçta yetişeceğim hiçbir yer yoktu, değil mi? Yavaş adımlarla gökyüzü ile aynı renkte olan mucizeyi görmek üzere etrafa bakınarak yürümeye başladım. Sanki her yeri ilk kez görüyormuşçasına inceliyor, daha önceden fark etmediğim detaylar arıyordum. Fakat yine bulamıyordum. Çiçekçi yine aynı şekilde sırasıyla nergislerini, papatyalarını, sümbüllerini dizmiş; simitçi hep satış yaptığı yere, tam olarak eczanenin sadece on beş metre uzağına, yerleşmişti. Şehir kalabalık olmasına kıyasla bir o kadar da monotondu aslında veya benim için öyleydi.
Hiç fark etmeden ulaşmak istediğim yere varmıştım bile. İşte karşımdaydı. Her baktığımda tonu değişen mavisi, burnumu yakan tuzlu kokusu, içinde nice varlıklar barındıran suyu, anmasının bile bana huzur verdiği adı ile deniz karşımdaydı. Her zamanki gibi berrak ama bir o kadar da içinde bilmediğimiz şeyler barındırıyordu. Ona bakmak bana burada geçirdiğim anılarımı hep hatırlatırdı. Sonra aklıma pantolonumda taşıdığım, altın rengi, annemin bana tam da bu güzelliğin önünde hediye ettiği alet geldi. Bir cep saatiydi ama mutlu olduğun zamanlarda bunu anlıyordu ve o zaman kendiliğinden duruyordu. Sadece bir saat olmasına karşın bence dünyanın en mükemmel şeyiydi. Kim çok sevinçli olduğu bir anı uzun uzun inceleyip, aklına kazıyıp, bir daha unutmamak için sanki gözleri yapışmışçasına bakmak istemez ki? Ne yazık ki kötü bir yanı şuydu: saate geri baktığımda durduğunu düşündüğüm halde devam ettiğini görüyordum.
Bu beni her seferinde hüzünlendirse de gerçeği tekrar hatırlatıyordu. O anın içinde ne kadar çok kaybolmak ne kadar çok zaman geçirmek istesek de zaman işliyordu ve biz bunu durduramazdık. İstesek de istemesek de o ilerleyecek ve biz de ona uyum sağlayacaktık. Elimizden gelen sadece anı yaşamak ve ona değer vermekti. Fakat sadece bir kez de olsa da her seferinde bu mekandan ayrılırken yarın acaba tekrar gelip gelemeyeceğimi düşünmek yerine o denize gönlümce bakmak, orada geçirdiğim bütün anılarımı teker teker düşünmek, bir süre sonra yakacağını bilsem de kokusunu derin derin içime çekmek isterdim.