Vücudunda yeteri kadar oksijen yoktu. En azından doktorlar öyle tespit etmişti. Ölüm döşeğindeydi. Adı Lisa, 21 yaşındaydı. Başka bir özelliği ise oksijen yetersizliğinden ölen üç yüz on iki kişinin yanına katılacak olması. Birbirlerinden tamamen farklı olan bu üç yüz on iki kişi de benzer zamanlarda aynı sebepten ötürü ölmüşlerdi. Polis çalışmalarını çoktan başlatmıştı fakat görünüşe göre bu polisi aşıyordu. O gece Lisa da son nefesini verirken bu sayı üç yüz on üçe arttı. Artmaya da devam edecek gibi gözüküyordu.
“Alarmı kır, camı kır, içeri gir, mücevheri al ve dışarı çık. Başaramadın mı? Bir daha dene. Sonsuz deneme hakkın var sonuçta. Hadi artık. Alacağım ve gideceğim.” Eldivenini ve maskesini son bir ker daha kontrol etti. Bu hareketi üçüncü kere yapıyordu ama her şeyden emin olmak istiyordu. Artık yorulmuştu. Bu sefer de başarısız olursa muhtemelen yarına ertelerdi. Sonuçta her geriye alma ciddi oranda enerjisini tüketiyordu. Daha çok güçlü değildi, arka arkaya en fazla beş kere yapabilirdi. Beş kere yaptıktan sonra da güzel bir ziyafete ve on iki saatlik bir uykuya ihtiyaç duyuyordu. Umuyordu ki yakında güçlenecekti. Şu anlık odaklanması gereken tek şey soygundu. Cebinde dokuz milimetrelik bir Beretta vardı. Maskenin içinden mavi gözleri gözüküyordu. Bir metre seksen santim boylarındaydı. Vücudu hafif kaslıydı. Yirmi iki yaşındaydı. Siyah Volkswagen marka bir aracın içinden dışarı adımını attı. Ayaklarında siyah botlar, üzerinde lacivert bir pantolon ve üstünde kahverengi deri bir ceket vardı. İlk adımıyla birlikte gelen adrenalin ile adımlarını hızlandırdı. Doğrudan içeri daldı. Silahını çekti ve doğrulttu. Cebinden bir torba çıkardı ve kuyumcuya uzattı. Ağzını hafif bir şekilde açarak “Doldur.” dedi. Kuyumcu çok korkaktı. Onun hakkındaki araştırmasını yapmıştı. Özellikle müşterilerin olmadığı bir zamanı seçmiş, kuyumcuyu çaresiz bırakmıştı. Adamın cebinden telefonunu da aldı. Artık polisi de arayamayacaktı. Ne kadar direnmiş olsa da silahı görünce torbayı doldurmaya başladı. Bilerek yavaş dolduruyordu ama alnına dayalı olan silahı her hissettiğinde hızlanıyordu. En sonunda neredeyse tüm varlığını torbaya koydu. Değerli tüm mücevherleri torbadaydı. Hızlıca torbayı aldı ve araca koştu. Gitmeden önce de kuyumcunun ağzını ve ellerini bağladı. Ellerini de duvara bağladı ki olabildiği kadar rahat bir şekilde kaçabilsin. Her türlü yorucu bir gün olacaktı. Direksiyona geçti, müziği açtı, el frenini kaldırdı. Ve işte şov başlıyordu. Kafasından yaptığı hızlı bir hesaplama ile yaklaşık on dakika sonra polislerin peşinde olacağını düşündü. Elini çabuk tutmalıydı. Bu da en iyi yaptığı işti. Yaklaşık yirmi saniye kadar kullanabilirdi. Yirmi saniyeden sonrası tehlikeye girerdi. Kimseyi öldürmek istemiyordu ama çok geçti. Haberde gördüğüne göre oksijen yetersizliğinden ölenlerin sayısı artmıştı. Bunu çözmeye yemin etti. Ardından gaz pedalına bastı.
Tek şansını da kaybetmek üzereydi. Onu köşeye sıkıştırmışlardı ama hala kaçabilirdi. Eğer kaçarsa onu geri yakalamaları çok zor olurdu. Telsizden gelen yeni emir üzerine eğer onu kaybediyor gibi olurlarsa öldürmeye çalışacaklardı. Uzun süren bu kovalamacanın galibi onlar olacaktı. Halk bile onlara olan güvenini kaybetmişti. Artık başarılı olmaları çok önemliydi. Diğer gruplarından gelmesiyle birlikte onu yavaştan kıstırmaya başlamışlardı. Bu iş burada bitecekti. Siyah Volkswagen’i takip etmek çok zor değildi. Yakında yakalanıp hapishaneye atılacaktı. Belki suçluyu yakaladığı için zam da alırdı. Ama öncesinde yakalaması gereken bir suçlu vardı. Artık etrafı sarılmıştı. Kaçacak hiçbir yeri yoktu. Suçlu arabasından çıktı. Buna şaşırmıştı. Cidden pes mi edecekti? Ardından maskesini de çıkardı. Mavi gözleri vardı. Saçları sarıydı. Oldukça genç birine benziyordu. Komiser Alfred arabasından indi. Silahını yere bırakmasını söyledi. Suçlu tam olarak bunu yaptı. Belki de pişman olmuştu. En iyi ihtimalle bile en az beş yıl hapiste yatacaktı. Pişman olmak için çok geç gibiydi. Ardından suçlu bir anda konuşmaya başladı. “İnekler kesinlikle çok garip canlılar!” Alfred ona hemen yere yatmasını söyledi ama bu sefer koşulsuz yapacakmış gibi durmuyordu. Konuşmaya devam etti. “Sizce de uzun kitapları okuması çok zor değil mi?” Komiser sinirlenmeye başlamıştı. Bu adamın ne yapmaya çalıştığını bilmiyordu ama umurunda da değildi. Bir suç işlemişti ve cezasını ödeyecekti. Suçlu konuşmaya devam etti. “Bir cep saatiydi ama mutlu olduğun zamanı anlıyordu ve o zaman kendiliğinden duruyordu.” Komiser ona son sözlerini sordu. Aldığı cevap karşısında şaşırmıştı. “Zamanın en sevdiğim kısmı durduğu kısmı.” Ağzından bunlar çıktıktan sonra bir şeyler oldu. Komiser nefes alamamaya başladı. Kimse nefes alamıyordu. Suçlu gülmeye başladı. “Adım Frank, bunu unutmayın!” dedi ve ardından yürümeye başladı. Herkes durmuştu. Hareket edemiyorlardı. Kimse bir şey anlamamıştı. Yaklaşık yirmi saniye sonra herkes düzeldi. Geri rahatça nefes almaya ve hareket etmeye başladılar. Acaba yirmi saniye miydi? Zaman algıları bozulmuştu. Orada bir saat de durmuş olabilirlerdi on saniye de. Sonuç olarak suçlu kaçmıştı. Olanlar polislerin yediği bir yemeye bağlandı ve her şeyin üstü örtüldü. Suçlu ile olan kovalamacanın ardından basılan bir gazetede oksijen yetersizliğinden ölen insanların sayısının üç yüz on dört kişiye arttığı yazıyordu. Bu sefer ölen kişi doksan yaşındaki bir dedeydi. Suçlunun kaçtığı yerin yakınlarında oturuyordu. Bu bir tesadüf müydü? Bu gizemli suçlunun olayı neydi? Bu soru işaretleri uzun bir süre cevaplanacakmış gibi gözükmüyordu.
“Anladığım kadarıyla gene düzgün bir iş beceremedin. Boğulma hissini sevmediğimi söylemiştim. Birazcık daha dikkatli olsana artık. Anlat her şeyi.” diye söyledi Frank’e. Bir bakımdan onun ortağı sayılırdı. Onunla çocukluk arkadaşıydı. Bazı konuları onun bile aklı almıyordu ama çoğu şeyi anlamıştı. Kim bilebilirdi ki böyle şeylerin gerçek olduğunu. Zamanı değiştirebilme gücü kontrol edilebilecek bir şey değildi. Bu gücün bir insan da olması çok tehlikeliydi. Açıkçası Frank bile bunun nasıl olduğunu bilmiyordu. Zamanı yavaşlattığında insanların ölmesini anlıyordu. Sonuçta vücut fonksiyonları çalışmaya devam edemiyordu. Akciğerleri yeterli hızda oksijen alamıyordu. Genelde doktorlar buna oksijen yetersizliği sebebini koyuyorlardı. Anlamadığı şey ise zamanı dondurduğunda nasıl ölümlerin gerçekleştiği onun için gerçek bir soru işaretiydi. Bir insan zamanın donduğunu fark edemezdi. Bunu hissedemez ya da yaşayamazdı. Sadece donardı. Gizemi çözmesi lazımdı. Aslında aklında bir şeyler vardı. Çok uzun zamandır düşünüyordu. Muhtemelen bazı insanların zamana karşı bağışıklığı vardı. Buna ortağı da dahildi. Çok fazla detay bilmiyordu fakat bu insanların zaman yavaşlamasından ya etkilenmediğini ya da azaltılmış şekilde etkilendiğini düşünüyordu. Zamanı durduğunda ise bu insanlar yavaşlıyordu. Donmuyorlardı. Yavaşladıkları için ölüyorlardı. Bu ölen üç yüz on üç dört kişinin çoğunun zaman bağışıklığına sahip olduğunu gösteriyordu. Zaman bağışıklığının neye göre olduğu hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Tek bildiği şey her gücünü kullandığında istemeden de olsa birilerine zarar verdiğiydi.
Yarın sabah evinden çıktı. Sokağa bir göz attı. Her şey oldukça sıradan görünüyordu. Her gün olan sokak bugün de aynıydı. Sonra sakinliği bozan bir şey oldu. Olmaması gereken bir şey. Kendinin bir kopyası önüne ışınlanmıştı. Önündeki şeyin kendisi olduğuna emindi ama daha büyük bir hali gibiydi. Önündeki Frank hızlıca cebinden bıçağını çıkardı. Ve boynunu kesti. Gelecekti hali onu öldürmüştü. Kulağına fısıldadı. “Çoğunluğun iyiliği için.” Ve o sırada gelecekti hali de yığıldı. Kendisini öldürmüştü.