Bir gün her zamanki gibi saat yedide uyandım. Yataktan kalkıp elimi yüzümü yıkadım ve üstümü giyinmek için tekrar odama gittim. Üstüme beyaz bir tişört, altıma açık mavi bir pantolon giydim ve artık evden çıkmaya hazırdım. Anahtarlarımı aldım ve evden çıktım. İş yerime, yani laboratuvarıma doğru yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra laboratuvara varmıştım. Kapıda iş arkadaşlarımla karşılaştık, selamlaştıktan sonra laboratuvara girdim.
Uzun zamandır üzerinde çalıştığım zaman makinesinin yanına gittim. Başladım yapmaya ve sonunda bitirmiştim. İçine bir bardak koyup otuz saniye ileriye ayarladım, çalıştı ve sonra dans etmeye başladım. Tabi, bu deney içindi. Sonra gönüllü bir arkadaşım geldi ve zaman makinesinin içine girdi. Otuz saniye geriye ayarladı ve benim otuz saniye önce dans ettiğimi gördü. Sonra tekrar zaman makinesine girip otuz saniye ileriye ayarladı ve yanıma tekrar geldi, bana işe yaradığını söyledi. Ben bu haberi aldığımda çok mutlu olmuştum ve hemen zaman makinesinin içine ben girdim. Elbette hangi zamana gideceğimi çok iyi biliyordum: Atatürk’ün zamanına gidecektim. Zamanı ayarladım. Puf! Bir anda Atatürk’ün zamanına gelmiştim. Onu gördüğümde gözlerim doldu ve Atatürk’e doğru koşup ona sarıldım. Atatürk’ün kulağına “Sana ne kadar teşekkür etsek azdır, Paşam.” diye fısıldayıp zaman makinesine binip kendi zamanıma geldim.