Sis etrafı kaplamıştı. Artık öteki diyarlardan ses gelmiyor, kıyıdaki varlıklar karanlığa gömülüyordu. Güneşin son görüldüğü vakitten beri yangınlar dinmiş, acılar kabuk bağlamıştı.
Kafanızı çevirdiğinizde yine külleri ve gri tabloyu görürdünüz. Lakin bu sefer, sonsuz yangınların dumanları dinmiş, harabelerin gizemi ortadan kalmıştı. Artık üzerlerini örtecek bir duman ve boğuk alev kalmadığından, arı halleri ortaya çıkmıştı. Onlar gerçekten ölü, hakikati açlık ve terkedilmişlik olan yapılardı. Bu vakit, bu dünyanın uyuduğu bir vakitti ve sadece uyumayanlar bunu bilebilirdi.
O sırada kıyıdaki varlıklar gözleri kapalı kumsalın üzerlerinde uçarken bir silüet, derme çatma bir kayığı kumsalın ince, soğuk ve güzelce ufalanmış kumlarında sulara doğru sürüyordu. Bu varlık, ki o yaratılanların en faziletlisidir, hem biraz telaş ve bitmişlik ile hem de azıcık acele ile elleriyle alete dayanıyordu.
“Az bir vakit sonra, gideceğim bu kumsaldan, cennete ulaşacağım! Tanrıyı bulacak ve ona katılacağım.”
Bu gizemli denizciye katılmak ister her insan. Ne de olsa sonsuzdur bu diyardaki yolculuk ve arkadaşlık etmez bu sahildeki heykellerle harabeler. Başka bir bilinç görmek heyecanlandırır insanı, yalnızlık zorunluluk olmaktan çıkmıştır artık.
“Gelme, az kaldı bitecek sürtüşmeler, gideceğim buralardan!”
Fakat ikna edemezsin işte. Kalmayacaktı seninle o bu diyarda. O öğrenmiş ama dayanamayanlardandı, yaşlı bir denizciydi o. Kumsalı anlar ama kalamaz, bu devasa heykellerin kopmuş uzuvlarını sevdiği kadar acı çekerdi artık burada kalmaktan. Kristof Kolomb’uydu o bu diyarın. Yaratıcı, cesur lakin bir o kadar da huzur arayan.
“O da Kristof Kolomb gibi uzak diyarlara açılmak ve yeni yerler keşfetmek istiyordu.”
Ancak bu düşünce onun gitmesini sağlayabilirdi. Ancak bu düşünce yüreği susturabilir, insanın kabullenmesini sağlayabilirdi yaşananlarla. Bu sahile bilinçsel olarak geri dönebilmek zorlaşacak, griyi tekrar kabullenmeyi öğrenebilmek ve harabelerden korkmamayı öğrenmek gerekecekti eğer yalnız olmamaya alışılınacaksa. Bu nedenle onunla açılmak değil, denize açılmasına yardım etmekti önemli olan.
“Ele ele verdik ve bu hurdayı denize ulaştırmaya karar kıldık.”
Kayığın cüssesi ağırdı. Tahta parçaları ve metal birbiriyle harmanlanmış hem insanı yüzdürüyor hem de silik rüzgarların gücüyle kendisini hareket ettirebiliyordu. Harabelerin içinden çıkarılmış ve yamalanarak onarılmış tekstil de yelken olarak direkte yerini almıştı. İterken paslı çivilere dikkat etmek, içi boş ama ağır varilleri devirmemek gerekiyordu. Hurdadan bir tekne, hevesli bir kaptan ve bu kumsalın bir gezgininden oluşan bu üçlü sessizliği ve sisi yararak kumsalı rahatsız etme cüretini gösterecek bir kimya yaratıyordu.
Sonunda suya ulaşılmıştı. Sihirli bir mucizeydi bu. Kumsal kızmamış, deniz kabul etmişti bu yeni oluşumu üzerinde. Denizci kayığının üzerine atladı, sen ise son kez ittin bu ağırlığı. Bir anda hafifledi elindeki metal, ıslandı tahta yüzün tuz oldu. Su devralmıştı artık taşıma görevini. Kum ezildi, yürekler ufalandı.
Son kez göz göze geldin işte o denizciyle. Paltosu ve eski, kirli kıyafetleri vardı üzerinde. Şapkası; kıvırcık, beyaz ve parlak saçlarını kapatıyordu. Birbirinizi bir daha göremeyeceğinizi biliyordunuz. Az bir şey olsada bu diyarda bir şeyler paylaşmıştınız onunla. Söz yoktu, ses yoktu. Sadece yaşanmışlıklar vardı. O ilerledikçe sis kalınlaştı. Sen baktıkça kum yumuşadı ve çizmelerin içine batarak çorapların ıslandı. Su seni itiyor, kumsal geri istiyordu. O zaman anlamak gerekiyor tabii, çekilmek ve uzaklaşmak gerekiyor. İnine geri gitmek, yaşananları harabelerle konuşmak ve bu olay üzerine yüz yıllık bir uyku çekmek gerekiyor tekrar iyileşmek için.
“Elveda, cesur kaptan.”