Okuldan eve gelir, çantasını yere fırlatıp doğruca odasına geçerdi. Kendisini yatağa adeta dolu bir patates çuvalı gibi bırakıp kitap okurdu. Zaman geçip biraz daha büyüdükçe kitapların pabucu dama atılmış, bütün yaşıtlarının elinde olan o telefon denilen zımbırtıdan almayı kafasına takmıştı. O da ” selfie “ler çekinmek, arkadaşlarıyla çevrimiçi oyunlar oynamak, mesajlaşmak ve elinde telefonuyla yürüyüp havalı gözükmek istiyordu. Ve her ne kadar geç de olsa istediğini aldı, ne dersek diyelim, günümüzde telefonun ihtiyacı yadsınamaz. O zamanlar ne bilsindi ne gerek vardi böyle şeylere… Nereden bilecekti o kendisinde yok diye istediği, lüzumsuz aletin hayatından dakikaları, saatleri, günleri ve hatta haftalar çalacağını… Belki de birlikte geçireceği çok az zamanı kaldığını bilmediği bir kişilerle kalan zamanını daha da azaltacağından…
Okuldan eve gelir, çantasını yere fırlatıp doğruca odasına geçerdi. Kendisini yatağa derslerin ağırlaşmasıyla daha da artan okul yorgunluğuyla atıp kendisini telefona gömerdi. Kimi zaman internette dolaşır, kimi zaman sosyal medyada bir orada bir burada gezinir, kimi zaman ise arkadaşlarıyla saatlerce mesajlaşırdı. Ailesi yemeğe çağırdığında yemeğe giderdi ve kısa bir aile yemeği sonrası yine darmadağınık odasına çekilir kıyafet tepelerinin arasında kim bilir ne yapardı… Sonraki gün ayni senaryo ve bir sonraki gün yine aynı senaryo yaşanırdı. Arada bir odası temizlenir, düzeltilirdi; yatağı yapılır, dolabı düzeltilirdi. Ama bu küçük ayrıntılar pek dikkatini çekmezdi onun.
Sürekli yeni şeyler ister, hepsini de aldırırdı. Her istediğini elde edebilirdi; parası vardi, hem de gereğinden fazla. Fakat elde ettiği şeyleri iki gün sonra bir yerlere atar, bir daha da yüzlerine bakmazdı. Ebeveynleri de onun gibi gün boyu evde olmazlardı, geç saate kadar çalışır, eve gelirlerdi. Üçlünün tek buluşabildiği yerler kahvaltı ve akşam yemeği sofralarıydı. Onlar için pek büyük bir sorun bile değildi bu, normaldi, sonuçta hepsinin işi başından aşkındı. Tabi ki böyle küçük problemler baş gösterebilirdi. Fakat genç böyle düşünmüyordu, her ne kadar her istediğini alsa da bu yaşına kadar hiçbir zaman ailesiyle keyifli bir aktivitede yer almamıştı. Ve bu konuyu o akşam yemeğinde tartışma konusu olana kadar gündeme de getirmemişti, belki de konuşmaya değer bulmamıştı. Bu tartışma, başkalarını doğurdu -neymiş, telefona bakmaktan yüzlerine bile bakmayan delikanlı suçu onlara mi atıyormuş?- ve o gece hayatlarının en büyük aile kavgasını yaşadılar.
Çocuk, bir gün daha ayni rutini izledi: Sabah anne babasıyla beş dakikalık ama leziz bir kahvaltı, okul ve ev… Fakat bu gün hiç olmadığı kadar heyecanlıydı, farklı bir seyler yapacaklardı, söz vermişlerdi ona, ailecek lunaparka gideceklerdi. Hızlı trende 360 derece dönecek, korku tünelinde birbirlerine sokulacak, su kaydırağında sırılsıklam olacaklardı. Hayal gibi geliyordu bunların hepsi ona, sanki hiç gerçekleşemeyecekmiş gibi… Erken gelmeleri gerekiyordu bugün, öyle planlamışlardı. O kadar heyecanlıydı ki o gün telefona bile bakmamıştı, geldiğinden beri saati kolluyordu.” Saat beş, her an gelebilirler. Saat altı, biraz geciktiler ama sorun değil, işleri uzamıştır. Saat yedi, acil bir toplantıları çıkmış olabilir, en iyisi arayayım. Annem açmadı, demek ki toplantıda, bir de babamı arasam? O da açmıyor, biraz endişelenmedim değil ama toplantıdadır işte ikisi de, başka ne olabilir ki? Saat sekiz. Hala gelmediler. Hala ulaşamıyorum da… Ne oldu ki acaba? Başlarına bir şey gelmiş olabilir mi?”
Saat dokuz. Bomboş, devasa evdeki gerici sessizliği telefonun çalma sesi böldü. Kafasında binbir türlü senaryo dolanan genç, içlerinden en iyisini umarak telefona doğru ilerledi. Bilinmeyen numara. Normal şartlarda yanıtlamayacağı bir çağrıydı gelen. Ama annesi ve babasıyla ilgili olabilirdi, belki de şarjları bitmişti ve başka bir telefondan arıyorlardı. İkirciklenmişti, telefonu açtı. ” Merhaba, Pamir Bey’le mi konuşuyorum?” Ağızdan zorla çıkmış zar zor secilen tiz bir “evet.” sesi… ” Ebeveynleriniz ağır bir trafik kazası geçirdi.” Sessizlik. “Onlar… onlar…” Daha büyük bir sessizlik. Söylenemeyen bir söz, verilemeyen bir haber, tutulamamış bir söz ve en kötüsü kendi umursamazlığı, kendi ihmaliydi onu bitiren. “Bir şeyin kıymeti, onun yokluğunun çokluğu ile artar. Ne azsa o kıymetlidir, ne uzaksa onu arar insan.” derdi annesi.