Sonunda her şey yok mu olur? Ateş sönebilir, kül kalabilir, rüzgar esip o külleri dört bir yana dağıtabilir fakat bu o küllerin yok olduğu anlamına mı gelir? Onun için cevap çok açıktı, hiçbir şey yok olmaz, dağılan küller unutulur ancak bir zaman var oldukları için hiçbir şekilde tarihten tamamıyla silinemezlerdi. Bu yüzden arayışını bezip bırakmamış, aylarca hatta yıllarca insanların bir zamanlar yaşadığına dair kanıtlar bulmaya çalışmıştı. İnsanların varlığını hatırlıyordu, bir köyün halkıyla konuşup dans ettiğini, lezzetli yemekler yediğini… Hepsini hatırlıyordu fakat kendisini bu düşlerinin gerçekliğine ikna edemiyordu. O anda etrafına bakınca gördüğü dünyanın onun hatırladığından çok değişik olduğunun farkında olmasına rağmen umudunu hiçbir şekilde yitirmiyor, elindeki sopa ile yerdeki külleri sağa sola saçmaya devam ediyordu. Onu bu macerasının her aşamasında yönlendiren mavi ve mor renkli tüyleri olan yaratık burnuna giren tozlardan dolayı bir anda hapşırdı ve ondan beş kat daha fazla kül kaldırdı. Bu yaratığı ilk uyandığında yanında beklerken bulmuştu ve ona Noa adını koymuştu. Noa ona hep destek olmuş, onun yanından ayrılmayıp başından beri bu ıssız gezegeni onun yanında dolaşmıştı. Şansları yaver gitmemesine ve hiçbir şey bulamamalarına rağmen ikisi pes etmeyi düşünmemişlerdi bile.
Küllerin içinde yürürken aklına insanlarla gülüp eğlendiği o gün geliyordu. Yerini veya orada bulunuş zamanını hatırlamadığı, bu değişik gezegende uyanmadan önce son hatırladığı şey olan köyle ilgili görseller beynini dolduruyor, bu da ona arayışına devam edebilmesi için güç veriyordu. İlerledikleri yoldaki küllerin üzerine şekiller çizerken Noa onu kafasıyla ittirdiğinde düşecek gibi oldu fakat dengesini korudu. Ona bir yeri işaret ediyomuş gibi yeniden önüne dönüp başını biraz ileri eğince o da ister istemez ileriye baktı ve gördüğüne inanamadı. Etrafı ve üstü küllerle çevrili bir yapıydı bu. Noa’yla göz göze geldikten sonra yapıya doğru son hızla koşmaya başladılar. Dışarıdan görünümü biraz hırpalanmıştı, renkleri soluktu ve neredeyse sağlam duran bir tane bile duvarı yoktu ancak dış hatlarına bakılınca bir ev olduğu kesinlikle anlaşılıyordu. O bunun insanlarının varlığına dair bir kanıt olduğunu varsaymıştı ve sözde amacına ulaşmıştı. O zaman neden içinden bir ses eve girmesini söylüyordu? Ne yapacağını şaşırmış bir halde Noa’ya döndü ve onun dik dik evin neredeyse çerçevesinden düşmek üzere olan kapısına baktığını fark etti. Bu kapı Noa’nın geçemeyeceği kadar dardı ve evin içine göz atmak isterse onu dışarıda bırakması gerekecekti. Evin içine girmek onun asıl amacını aşmış olmak demekti. Üstelik, bunun gibi aşırı gereksiz ve riskli bir hareket yapmaya gerek olmadığının bilincinde olmasına rağmen merakına yenik düştü ve ona dolu gözlerle bakan Noa’nın kafasını okşayıp hemen döneceğini söyledi.
İçerisi ilk bakışta dışarıdan daha bakımlı görünse de bunun sebebinin etrafta hiçbir şey olmayışı olduğunu fark edince sanki kalbi hayal kırıklığından karnına kadar düşmüştü. Onun gördüğü evlerde çesitli araçlar ve mobilyalar vardı ancak bu yapıda bir insana yaşama koşulu sunacak bir tane bile özellik yoktu. Eğer dışarıdan bakıp buradan uzaklaşsaydı mutlu olacaktı. Evin yerleri sert bir betondan, tavanı ise şimdi yarısı yere düşmüş olan tahtalardan yapılmıştı. Bu tahtalardan bir tanesinin yanına çömdü ve onu incelemeye başladı. Tam o sırada bahçeden gelen gürültüyle yerinden sıçradı. Hemen evdeki tek kapı olan girişe koştu. Kendini dışarıya attığında nereye baksa Noa’yı göremedi. Onun sıkılıp gitmiş olabileceğini düşündüğü anda bunun saçma bir fikir olduğunu farketti ve yerdeki küllerde ayak izi olup olmadığını kontrol etti fakat Noa’dan hiçbir kalıntı yoktu. Başından beri onun yanında olan arkadaşı Noa’yı saçma merakı uğruna kaybetmişti. Yok olmak gerçekten ne demekti ki? Onun Noa’yi görmüş olması onun gerçekten var olduğu anlamına geliryorsa, onu görmemesi de yok olduğu anlamına mı gelirdi? Yeniden anılarında var olanı bulmak için arayışa koyuldu fakat bu sefer tek başına yürüyordu.