Saat 20.06, yaklaşık yarım saat geç kaldım. Başhekim son hastanın kontrolünü de bana vermeseydi eşimi iş yerinin karşısından almaya geç kalmazdım. Onu alacaktım ve pek önemli olduğunu düşünmediğim doğum günü partime gidecektik. Belki de önemsiz olduğunu düşünmemin en büyük sebebi kutlayacak hiçbir arkadaşım olmamasıydı. Karım her ne kadar onun arkadaşlarının benim de arkadaşım olduğunu savunsa da o da hiç dostum olmadığının farkındaydı.
Oraya vardığımda Afra’yı, karımı dışarıda göremedim ve iş yerinin karşısındaki küçük, duvarları pastel renklerle boyanmış olan kitapçıya girdim. Kitapçı fazlasıyla küçük olduğu için iki adım attıktan sonra Afra’yı görebiliyordum bile. Elinde kapağı gri ve koyu kırmızı, üzerinde “26” yazan bir kitap vardı. Bir kaşını hafifçe yukarı kaldırmış, kitabın sayfalarını inceliyordu. Okumadığı belliydi fakat okumamasına rağmen kitap fazlasıyla ilgisini çekmiş gibi görünüyordu. Hatta öyle ilgisini çekmişti ki yanına doğru yürüdüğümü bile fark etmemişti. Korkutma gibi bir amacım olmadan omzuna dokundum, hafifçe titredi ve kafasını kitaptan kaldırıp gamzelerini belli etmeye çalışırmışçasına gülümsedi. Ben daha hiçbir şey söyleyemeden “Sana bu kitabı alıyorum ve hiçbir şekilde itiraz kabul etmiyorum” dedi. İnatçılığını bilmesem kitap okuyacak vaktim olmadığını ve almamasını söyleyecektim fakat bu gece o inatçılığın ortaya çıkmasını pek istemiyordum. Bu yüzden ben de gülümseyerek kafamı “tamam” anlamına gelecek yönde salladım.
Kitabı satın aldıktan sonra bana verdi ve “İstersen sen biraz kitabı incele, ben arabayı kullanayım.” dedi. Tepeden topladığı simsiyah saçından ve yemyeşil gözlerinden büyülenmiş olacağım ki soruya cevap veremedim, o an tek düşünebildiğim bu güzel kadının nasıl benim gibi koyu tenli, kahverengi saçlı, büyük burunlu olabildiğince “çirkin” bir adamla evlenmeyi kabul ettiğiydi. “Bunu evet olarak kabul ediyorum.” dedi gülerek. Kitabı elime tutuşturup diğer elimdeki anahtarları aldı ve direksiyonun önüne oturdu. Sadece güldüm ve yanındaki koltuğa oturup öncelikle kapağına bakarak kitabı incelemeye başladım. Kapağı gayet sadeydi, pek incelenecek yanı yoktu. Bu yüzden ilk sayfasını açıp yavaşça okumaya başladım. Kitaptan pek umutlu değildim çünkü Afra ile kitap zevklerimiz pek benzemezdi. Yine de onu kırmamak için bile olsa bu kitabı okuyacaktım. İlk sayfada her kelimeyi tek tek, yavaşça okuyarak ilk sayfayı bitirmem iki dakikamı aldı. Normalde bu kadar yavaş okumazdım fakat bu kitapta beni rahatsız eden bir şeyler vardı.
Sonunda doğum günü partime vardığımızda daha 26. sayfadaydım. Afra’nın arkadaşları doğum günümü kutlamak için kapıya çoktan çıkmışlardı. Aralarından hiçbiri benim arkadaşım değildi ve beni neredeyse hiç tanımıyorlardı bile. Onlar her ne kadar eğlense de benim için fazlasıyla sıkıcı geçen ikinci saatte eve gitmek için oradan ayrıldık.
Eve vardığımızda hemen yatağa çıkmamıza rağmen kitaba karşı oluşan takıntım yüzünden uyuyamayınca okumaya devam etmeye karar verdim.Bu sefer normal bir kitabı okuduğumdan bile daha hızlı okudum kitabı ve son sayfaya gelmiştim, 116.sayfaya. Kitabın 116. sayfasını çevirdim. Karşıma el yazısıyla yazılmış bir cep telefonu numarası çıktı. Yazı Afra’nın el yazısına benzemiyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Telefon numarası sayfa yan çevirilerek ve tüm yazıları kapatacak şekilde kalın uçlu, tükenmez bir kalem ile yazılmıştı. Sayfada yazanlar okuyamıyordum. Belki de gereksiz bir şekilde fazlasıyla sinirlendim ve sabah saat 01.26 olmasına rağmen alt kata inip numarayı aradım.
Telefon birinci çalışınca açıldı. Karşıdan Afra’nın sesine fazlasıyla benzeyen bir ses “Alo?” dedi, şaşırmış bir ses tonu ile. Hiddetle numarayı ararken ne diyeceğimi düşünmemiştim ve bu yüzden tek söyeyebildiğim “Kimsiniz?” oldu. Karşıdaki kadın hiç garipsemeden “Ben, ben Ela.” dedi sesini birazcık titreterek. Numarasını nereden bulduğumu, kim olduğumu veya herhangi başka bir soru sormadı. Sonraki iki dakika garip bir sessizlik ile geçtikten sonra “Kitabı okudun mu?” diye sordu karşıdaki ses. İşte bu soruyu duyunca yine sinirlendim ve “Evet. Evet ve sizin yüzünüzden sonunu okuyamadım!” dedim yüksek bir sesle. Kadın güldü. Sadece güldü ve ne yapacağımı bilemedim. Yalnızca sustum. O da “Karın bir ajan.” dedi bana. Saçmaladığını düşündüm. Zaten kim telefonda tanımadığı birinin dediği şeye inanır ki. Ama sonra bana onu öldürmem gerektiğini söyledi. Yirmi altı lanetinden kurtulmak için. Yine boş emirlerini veya verdiği mantıksız bilgileri dinlemedim. Ancak son cümlesiydi beni kışkırtan. “Karın 26 Şubat 1988 Cumartesi günü doğdu. Bir düşün.” dedi. Doğum gününün her yerinde 26 vardı. Tıpkı 116 sayısının ilk iki rakamını topladığında olduğu gibi.
Telefonu kapattım ve ekmek bıçağını tezgahtan aldım. Yatak odamıza girerek karımı 26 kere farklı yerlerinden bıçakladım. İşte böyle Komser Ali Bey, karımı böyle öldürdüm. Fakat anlamalısınız ki eğer ben onu öldürmesem o beni öldürecekti. Yirmi altı denilen o lanetli sayı yüzünden öldürecekti beni, kıymayacaktı bana. Ajan o, bir ajan. “Berke Bey, ne telefonunuzda öyle bir numara aradığınız görünüyor ne de kitabın 116.sayfasında bir numara yazıyor. Karınızın ajan olduğunu gösteren hiçbir delil de yok, yani üzgünüz ama sizi karınızı öldürmekten tutukluyoruz.”