Dünyamız artık yaşanılamaz bir yere dönüşmüştü. Küresel ısınma çok yüksek seviyelere ulaşmış ve mevsimler adeta yer değiştirmişti. Hava kirliliği o kadar artmıştı ki evde uyurken dahi özel bir maske takmamız ve onunla nefes almamız gerekiyordu. Doğal kaynaklarımız geçtiğimiz yıllar içerisinde o kadar hor kullanılıp sonu yokmuş gibi tüketilmişti ki artık hepsini sınırlı bir şekilde kullanabiliyorduk. Su fiyatları başını alıp gitmiş, her aileye aylık olarak kullanabileceği kısıtlı bir su miktarı tanımlanmıştı. Tanımlanan su miktarını istesen de istemesen de geçemiyor, daha fazlasına sahip olamıyordun. Çevre kirliliği ve benzeri birçok nedenden dolayı o kadar çok salgın hastalık ortaya çıkmıştı ki dünya nüfusu hızla azalmıştı. Tabii nüfusun azalmasında ülkeler arası çatışma, siyasi çıkarlar gibi pek çok nedenden dolayı ortaya çıkan savaşlar ve bu savaşlarda kullanılan nükleer silahların da etkisi olmuştu. Nükleer silahların kullanılması sadece nüfusu azaltmamış, aynı zamanda biyoçeşitlilik kaybına da yol açmıştı. Bu sırada ise bilim insanları ve NASA gibi kuruluşlar birleşmiş ve bizim Dünyamız gibi yaşanılabilir bir gezegen bulma çalışmalarına başlamışlardı. Aradan geçen uzun yıllar sonucunda çalışmalar sonuç vermiş ve o gezegen bulunmuştu; diğer aşamaya geçilmişti. Bu aşamada bilim insanları dünya çapında görüşmeler ve mülakatlar yapacak; o görüşmeler ve mülakatları başarıyla geçen bir grup insanı, onların tabiriyle “Yeni Dünya”ya göndereceklerdi. Sayısız mülakatlardan ve görüşmelerden sonra, içinde benim de olduğum o “özel” grup seçilmişti. Hayatta kalan sevdiklerimize veda etmemiz için bile bize zaman verilmemişti ve direkt yola çıkmamız istenmişti. Yanımıza alabileceğimiz eşya sayısı sınırlıydı; o nedenle toparlanmak pek zaman almamıştı. Bizi havaalanında karşılamış ve uzay aracına bineceğimiz tesise gidebilmemiz için özel araçlar ayarlamışlardı. Tesise doğru yol alırken biraz endişeli ve biraz gergindim. En sonunda uzay aracına binmiş ve aylar sürecek o yolculuğumuza başlamıştık.
-BİRKAÇ AY SONRA-
Uzay aracından indiğim anda, şaşkınlık tüm vücudumu ele geçirmişti. Gökyüzü, alışık olduğumuz mavi tonlarından uzaktı; derin bir zümrüt yeşili ve altın sarısına bürünmüştü. O kadar güzel görünüyordu ki büyülenmiştim. Havada yumuşak, hafif bir esinti vardı; ne üşütüyor ne de sıcaklatıyordu. O esintilerle beraber burnuma, taze çiçeklerin ve üzerine yağmur yağmış gibi kokan toprağın karışık, birbiriyle bütünleşmiş o muazzam ve büyüleyici kokusu doluyor, beni adeta mest ediyordu. İçimde oluşan ani huzurla derin bir nefes aldım. Burası, gördüğüm, duyduğum, hissettiğim her şeyden farklıydı ama kadim bir dost kadar da tanıdık.
Etrafa bakmaya devam ederken, devasa ağaçların ve rengarenk bitkilerin arasında kendimi kaybediyordum. Ağaçların gövdesi dalgalı ve kıvrımlıydı; yaprakları ise parlaktı. Yavaş esintinin etkisiyle ışık altında dans ediyorlardı adeta. Her biri, sanki benimle bir sır paylaşmak istermiş gibi bana bir şeyler anlatmaya çalışıyormuş gibi hafifçe sallanıyordu. Çiçeklerin renkleri ise, ruhtaki duygular, ruhtaki hisler gibi parıldıyordu. Mor, mavi, kırmızı… Her bir renk içimde farklı bir his uyandırıyordu.
Yavaşça yürüdüğümde, ayaklarımın altındaki zeminin hafifçe titreştiğini fark ettim. Sanki gezegenin kalbi, benim adımlarımla beraber atıyordu. İleride bir su kaynağı gördüğümde içimde ona yaklaşma arzusu belirdi. Su kaynağına yaklaştığımda, berrak ve parlak suyun sesi, sakinleştirici bir melodi gibi kulaklarımda yankılanmaya başladı. Su, güneş ışığının da etkisiyle parıldıyordu. Gözlerimle takip ettiğim küçük balıklar, suyun derinliklerinde neşeyle dans ediyordu.
Daha ileride gökyüzüne uzanan bir tepe gördüm ve içimde beliren tırmanma isteğiyle yanına gittim. En tepeye vardığımda gördüğüm manzara nefesimi kesmişti. Gözlerim, bulutların arasında kaybolmuş göllere takıldı; suyun sakin yüzeyi, gökyüzünün renklerini yansıtıyordu sanki bir aynaymış gibi. İçimde bir heyecan dalgası yükseldi; çünkü bu yeni dünya, keşfedilmemiş bir hazineymişcesine önümde duruyordu. Ben manzarayı izlemeye dalmışken aradan saatler geçmiş ve gece olmuştu.
Gökyüzü yıldızlarla dolup taşmıştı ve bu görüntü beni büyülemişti. Yıldızlar, hiç görmediğim kadar parlak ve yakındılar. Elimi uzatsam dokunabilecekmişim gibi hissediyordum. Yıldızlar, kalbimde bir sıcaklık hissi uyandırmış ve evrenin büyüklüğü karşısında kendimi küçücük bir toz tanesi gibi hissetmemi sağlamıştı. Karanlık, beni korkutmuyor; aksine, dostane bir örtü gibi etrafımı sarıyordu. Bu yeni dünyanın sessizliği, adeta ruhumu besliyordu.
Yeni gezegenin bana yaşattığı bu deneyim, beni sadece fiziksel olarak değil, duygusal ve ruhsal olarak da etkilemişti. Her an, yeni bir keşif arzusu ve bu yeni gezegene duyduğum derin bir bağlantı hissiyle doluydu. Burada, hayatın anlamı sadece var olmak ve öylece bomboş yaşayıp gitmek gibi değildi. Doğa ve kendinle derin bağlar kuruyordun. Bu gezegen, içindeki potansiyeli sihirli bir şekilde açığa çıkarıyor; sana huzur ve sevgi dolu, tabiri caizse adeta bir cennet sunuyordu. Bu yeni dünyada başlayan her yeni gün, doğan ve batan her yeni güneş, sana yepyeni bir başlangıç, yeni maceralar, yeni hisler, yeni duygular sunuyordu.