Yürüyordum. Elimde ki tek şey bir pusulaydı, tek bildiğim şey ise kuzeye doğru gitmem gerektiği. Uzakta bir kadın silüeti gördüm, ona doğru yürümeye başladım. Boşluğa kilitlenmişti gözleri, duvarın arkasındakileri görüyormuşçasına bakıyordu oysaki sadece duvar vardı önümde. Elimi gözlerinin önüne götürüp salladım, gördüğü düşün içinden çıkması için. Anlamsızca baktı bana. Gözlerinin derinliklerindeki yeşillerde kayboldum, bu gözler de neydi Tanrım? Cennetten düşmüş bir melek gibiydi yüzü, gözleri yemyeşil bir ormanın içinde kaybolmak… “Kimsin sen?” diye mırıldandım, tanımak istiyordum onu, çok gizemliydi siması.. Sadece bakıyordu bana, tek kelime etmeden. Elinde bir kitap vardı, çok eski gözüküyordu… Kitabı bana doğru uzattı ve kalktı. Durdurmaya zamanım kalmadan koşmaya başlamıştı her geçen saniye daha da küçülüyordu gölgesi. Arkasından bağırdım, durmadı. Nereye gitmişti bu ıssız ormanda?
Elimdeki kitabın ağırlığını hissetim, neden vermişti bana bu kitabı? Yürümeye başladım, nereye gittiğimi bilmeyerek. Bir yandan da kitabı inceliyordum, yıpranmış ve eskimiş kalın bir kitaptı. Sayfalarını karıştırınca bütün bu kitabın el yazısı ile yazıldığını fark ettim. Bir kayanın üstüne oturdum daha rahat okumak için, belki önemli bir kitaptır diye. Sayfaları çevirdikçe kendimden geçiyordum, bu bir şiir kitabıydı fakat hayatımda bu kadar duygulu şiirler okumamıştım. Kitabın yüz yirminci sayfasına geldiğimde el yazısıyla yazılmış bir cep telefonu numarası gördüm. Bu numara da neydi şimdi? Şehir merkezine doğru yürümeye başladım, bir telefon kulübesi bulma uğruna. Merak etmiştim, kimin numarasıydı bu? Yaklaşık iki saat yürüyüş sonucunda eski, boyası akmış bir telefon kulübesine vardım. O kadar eskiydi ki telefonun çalıştığını bile düşünmüyordum, yine de denedim ama çalışmadı. Tam kulübeden çıkacakken yaşlı bir adam geldi, yüzünün kırışıklıkları tıpkı bir sanat eseriydi, “Delikanlı” dedi, “Ne yapmaya çalıştığını gördüm, sakın o numarayı tuşlama!”. Şaşkınlıkla adamın yüzüne bakıyordum, nereden görmüştü tuşladığım numarayı? “O numara çok eski zamanlardan kalma, ölmüş bir denizcinin numarası! Nereden buldun sen?” hiddetle bağırdı yaşlı adam, bu kadar sinirlenecek ne vardı ki? “Ben bu numarayı bir kitabın içinde buldum, kimin numarası olduğunu da bilmiyordum.”. Adam benden kitabı istedi, başta vermek istemedim ama ne yapacağını merak ettiğim için dayanamayıp verdim. Yaşlı adam kitaba bakıyordu, elleri titriyordu kitabı tutarken. Gözlerini bana doğru yöneltti, “Bu kitabı sana kim verdi?” dedi adam, “Ormanda bir kadın vardı, beyaz elbiseli, o verdi bana bu kitabı.”. Adam bir süre yüzümü inceledikten sonra “Sen seçilmiş kişisin” dedi ve elime bir not tutuşturduktan sonra hızla uzaklaştı. Bana verdiği notu açtım merakla, içinde bir şiir vardı:
Cihan karanlığa bürününce,
Bul o aklara bürünmüş kadını,
Şelalenin önünde bekliyor seni,
Yakalayabilirsen onun ritmini.
Bu bir bilmeceydi belli ki, hemen çözmüştüm: Güneş batınca ormandaki kadını bulmalıydım. Ormana doğru yöneldim. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyordu, hızlı olmalıydım. Şelaleyi bulmak için, su sesini takip etmem yeterli olmuştu. Görmüştüm onu, Ay ışığı yüzüne vuruyordu. Kitabı benden geri istedi. Kitabı ona verdiğim anda kafasının üstünde kocaman bir ışık yayılmaya başladı, gözlerimi alıyordu bu ışık. Kadın havaya doğru yükselmeye başlamıştı, ışıkla birlikte giderek küçülüyordu. O küçülürken bir kağıt parçası düştü ışığın içinden. Yerden aldım kağıdı ve okudum:
Ben aslında bir insan değilim fakat bu bedene sıkışmıştım. Gerçek bedenime dönmem için birinin büyüyü kırması gerekiyordu ve yaptığın her şey büyünün kırılmasını ve benim gerçek bedenime dönmemi sağladı, teşekkürler insan!
Kadının arkasında bıraktığı ışık bütün ormana yayılmıştı, ruhu özgürdü artık. Işık giderek azaldı ve gökyüzünde, çocukların parlaklığına şaşırarak dilek tuttuğu bir yıldıza dönüştü.