Konu: Gökkuşağının altından geçtiniz ve dünya tam istediğiniz gibi oldu. Nasıl bir dünya hayal etmiştiniz, anlatınız.
O gün gökten sicim gibi bir yağmur yağıyordu. Gök metalik, boğucu bir griydi. Sanki birisi gökyüzündeki tüm renkleri tinerle çıkarmış, altındaki bomboş gri tabaka kalmıştı. Ben yolun yarısına geldiğimde güneş, masal perileri gibi gökyüzünün köşesinde belirmiş, o gri tabakayı ışıklarıyla yırtıp atmaya çalışıyordu. Tepemde bir gökkuşağı gördüm. Soluk renkli, incecik; güneşin yağmurdan sonra doğurduğu ölü bebekleri gibi. Masallardaki gibi gökkuşağının altından geçtiğimde keşke dünya istediğim gibi olsaydı, diye düşünürdüm. Dünya istediğim gibi olsaydı yağmurun güneşli havada, masmavi bir gökyüzünden yağmasını dilerdim, ve haftada üç gün tatil olmasını.
Dileklerim konvoy konvoy olup kafamın içindeki düşünceler çığlıklar atmaya başlayınca oturup ”yeni dünya”yı yazmaya karar verdim. Benim yeni dünyam öyle Aldous Huxley’inki gibi olmayacaktı. İlk önce düzeltmeye en başından başlamam lazımdı. Yazdım; ”Habil Kabil’i öldürmedi. Kardeşler mutlu mesut yaşayıp iki yaşlı adam gibi öldüler. ” Eğer ilk kan dökülmemiş olsaydı insanlar kan dökmeyi de bilmezlerdi. ”İnsan öldürmeyi bilmeyen adamlar” düşüncesi çok cazip geldi. Cesur Yeni Dünya’daki üzüntünün ne olduğunu bilmeyen insanlardan da daha gelişmiş bir toplum yaratacaktım yeni dünyamda. Kutsal diye bağrımıza bastığımız toprak, savaş meydanlarında üst üste binlerce ölünün bilinmezlikteki mezarı olmayacaktı. Toprak, uğruna ölen olduğu için değil; üstünde yaşanan, anne gibi besleyen olduğu için sevilecekti. Çocuklar sakallı ve üniformalı adamlar gibi değil; çocuk gibi, ölecekleri varsa da kızamıktan ölecekti.
Yandaki bankta elindeki bilgisayarıyla bir adam oturuyordu. Bir serçe onun taş gibi oturuşuna aldanıp adamın oturduğu banka kondu. Adam sinirle kovaladı kuşu banktan aşağıya; kuşun kanatlarındaki kızıllıklar titredi, minik tüylerinden tutan ince kanatlarını hızla çırparak kaçtı. Ben de yazmaya devam ediyordum o sırada; ”İnsanlar projeleştirilmesinler, birey olarak tek ve hür bir ağaç gibi, toplum olarak ise bir orman gibi kardeşçe yaşasınlar.” Sevmenin en kutsal hediye olduğunu bilsin ve avuçlarının içleri büyürken yürekleri küçülmesin diye insanlar; dünya, evren ve tüm galaksi kadar çok sevsinler. Çünkü projeleştirilmiş bir hayata geri dönülüp bakıldığında ne hatırlanacak tatlı hatıralar ne de o an yanınızda olabilecek sıcacık başka bir yürek vardır. Ne demiş Şems-i Tebriz-i : ”Kalp ruha sormuş; ‘Ben devamlı sevdalanıyorum ama acısını sen çekiyorsun.’ Ruh da cevap vermiş: ‘Sen yeter ki sev.”
Yanıma bir çocuk geldi. Siyahlaşmış küçük ellerinde mendiller vardı. Durdu. Öylece baktı. Konuşmadan mendil uzattı. Kız çocuğunun gözlerinde tesbih boncuğu gibi dizilmiş acıları gördüm. Savaşta ölen çocukların yansıması ve sevgisizliğin verdiği o düşkün bakış onun gözlerinden bana aktı. Ne saçmalıyordum ben? Yazdığum şeyler zamanın günlere ve yıllara ayrılması gibi suni ve gerçeklikten uzaktı. Gökkuşağı sadece bir yansımaydı ve şu an silikleşiyordu. Benim yazdıklarım çocukçaydı ve değirmenlere karşı savaşmak, medcezirleri durdurmaya çalışmak gibiydi. Çocuğun gözlerindekilerse masal değil; mevsimler ve medcezirler gibi hayatın bize verdiği; durdurmaya gücümüzün yetmediği şeylerdi. Kağıdı koparıp buruşturdum. İskeleden denize attım. Sıkıcı hayatıma ve yoluma geri döndüm kaldığım yerden.