Dolunay pırıl pırıl parlıyordu, etrafındaki yıldızlarla birlikte güneşin yokluğunda umutsuzca geceyi aydınlatmaya çalışıyorlardı. Tam da o sırada bir adam, yıldızların ve ayın aydınlatmaya çalıştığı karanlıkta, gölgelerin arasında, yürüyordu. Beyaz kumların üzerinde bıraktığı ayak izlerini karaya vuran hafif dalgalar yok ediyordu; ah ne güzeldi deniz! Uçsuz bucaksız gibi gözüken engin sularının üzerinden çıkıp gelen mehtap ne soğuktu ne de sıcak. Fakat adam yürürken ne mehtabı umursuyordu ne de örtü gibi dümdüz olmuş denizi. Sadece önüne bakıyordu, arada bir kafasını kaldırıyor bir şey görmeyi umarcasına dikiyordu gözlerini uzaklara, kıvrılıp giden sahilin sonuna. Böylece yürüdü durdu adam, bazen yamaçlarda uçuşan martılar gördü onu bazen de sahilin yanındaki dik kayalarda, nasıl olduğu bilinmez, bitmiş ve denize eğilmiş ağaçlar.
Uzun yolculuğunda, ki sonu belirsizdir, adam hiç durmadı ta ki kızıl bir şafak sökerken yolunu kesen yaşlı, gri sakallı ve uzunca bir asaya dayanmış bir adam ortaya çıkana kadar. Adam önce şaşırdı çünkü bu eski ve unutulup gitmiş sahil yolunda daha önce kimseyi görmemişti, ayrıca bu saatlerde kimse dışarıda olmazdı aksine herkes derin bir uykuda olurdu. Yaşlı adam yavaşça ona yaklaştı, bir an durdu; gözlerini kapattı ancak fazla beklemedi ve yaklaştıkça yaklaştı. Bunun üzerine adam, “Merhaba yabancı, dağlardan gelen soğuk suların bile unuttuğu bu ak sahillerde ne ararsın, martıların neredeyse hiç uçmadığı yarların eteklerinde ne yaparsın?” diye sordu. Yaşlı adam sert kayalara ve beyaz, ince kuma baktı önce; sonra hafif mehtabı hissetti yüzünde. “Ben yolumu kaybettim evlat,” dedi, “Bana yardım eder misin?” Adam ise şöyle yanıtladı: “Korkarım edemem. Çünkü benim yolum bilinene doğru değil, hayır; eğer yolunu kaybettiysen geldiğin yoldan geri dön.”
Yaşlı adamın yanından geçti gitti böyle dedikten sonra, adımlarını sıklaştırdı ve hızla uzaklaştı. Fakat birdenbire yanında beliriverdi yaşlı adam, yanında yürümeye başladı ve her ne kadar ondan kaçmaya çalışsa da bunu başaramadı adam. En sonunda pes etti ve yaşlı adamın yolculuğuna katılmasına müsaade etti. Bir süre sonra yaşlı adam konuştu, “Nereye gittiğini bilmeden yoluna devam etmek zor değil mi? Aynı sonucunu öngörmeksizin yapılan bir davranış gibi.” Adam gülümsedi bir anlığına, “Öngörmeksizin mi? Hayır, tabii ki kestiriyorum neler olacağını; sadece sonucun ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorum. Sence bir adam, amaçsızca gelir mi böyle ıssız bir yere?” dedi yaşlı adama dönerek.
İşte o zaman derin bir iç çekti yaşlı adam ve ansızın asasıyla adamı itti ve yakındaki bir kayaya yapışıverdi adam. “Madem çok istiyorsun yazgının sonunu görmemeyi, o zaman al bunu ve göğsüne tutarak en büyük dileğini söyle!” dedi yaşlı adam, asayı afallamış olan adama uzatarak. Adam tereddütle de olsa aldı asayı sıkıca kavradı ancak bir anda, “Bunu yaptığıma inanamıyorum!” diye haykırdı. Bütün dileğini gerçekleştirme arzusu yitti gitti o an, yaşlı adam baktı hüzünle sonra ve şöyle söyledi: “Nereden çıktın da alıkoydun beni? Neden yazgıma hükmediyorsun yabancı?” Yaşlı adam, artık kayaya sırtını verip oturmuş olan adamın yanına çömeldi ve yanıtladı sorusunu: “İnsan bazen çok güçlü sanar kendini, öyle ki kaderin çizdiği yoldan sapabileceğini bile düşünür. Görmüyor musun dünyanın halini? Artık insanlar her şeyin efendisi sanıyor kendini. Sen onlardan biri olma diye buradayım ben. Çünkü eğer şu hayatta senden başkalarına efendilik edemeyeceğini anlarsan, çünkü tek hükümdar doğanın ta kendisidir, işte o zaman belki bir iyiliğim dokunur dünyaya.” Sonra doğruldu yaşlı adam, içtenlikle baktı etrafına ve sonra söyledi:
“Nerede şimdi yemyeşil ormanlar?
Nerede neşeyle ötüşen kuşlar?
Nerede rengarenk börtü böcek,
Ve yerde biten bin bir türlü çiçek?
Hepsi geçti gitti ya da yok edildi,
Bazıları insanoğlunun vurdumduymazlığına kurban gitti.
Şimdi kim geri getirecek onları,
Ya da döndürecek hatasından insanları?”
Derin bir nefes aldı ve yerdeki adamın şaşkın bakışları arasında sonu görünmeyen sahillerde kayboldu.