Yaşanmışlıklar çok önemli bu hayatta. Bilhassa size acı veren, sizi zorlayan, tabiri caizse sizi oranızdan buranızdan tutup çeken deneyimlerin bende ayrı bir yeri olmadığını söylemek güç. Pek çok inanışa göre ruhumuzu büyüten asıl şey de o, nasıl tatlı minik bir tay anne kısrağının sütü ile beslenip güçleniyorsa biz de sanki böyle çevriliyoruz bu hayatın dolabında.
Yaşadığım son kayıplardan sonra düşünüyorum da asıl ebeveynlik çocuğu doyurmak, yatırmak ve uyutup pışpışlamaktan ibaret değil. Bunca zihin fırtınası sayesinde karar kıldığım bir husus var ki o da asıl ebeveynliğin bireyi çocukluk ile hayatın gerçeklerin arasındaki geçişine en iyi ve acısız yoldan hazırlamak olduğudur. Bundan öte, kişiye gerçek bir hayat vizyonu ve güç katmasıdır. Çünkü bilirsiniz, bu “güzelim” dünyada herkes birinin elinden tutmaya ve cesaret vermeye çok isteklidir.
“Fakat işte bazı şeyler yaşanmadıkça anlaşılmıyor, o yüzden şu ana kadar ne elini hiç yakmamış usta aşçı, ne hiç vurgun yememiş usta dalgıç, ne de hiç hastanelik olmamış usta dublör vardır.”
İşte bu hayatın kayıp acısı da bir o kadar böylesinden bir deneyimdir. İnsanın ölüm ile olan savaşı, onu anlamaya çalışması ve nihilizm ile varoluşçuluk arasındaki ince ipteki yürüyüşü bir öteki tarafa dursun; bir yakınını bir daha göremeyecek olması akla hayale sığmayan bir kaybetme hüznüdür.
Konuşması, tartışması pek güçtür. Zira ben bu noktaya dikkati çekmekten çok, akla getirdiği şu soruya dikkat çekmek istiyorum: “Peki ya ben?”
Hiç düşünmüyoruz hakikaten de, hayatımızda “gerçekten” ne yapmak istediğimizi. Ayrıca, daha da bir acınasıdır ki, irademizin gerçek gücünün de, tam veya yarım, kavrayamıyoruz. Bu da beni şu kaygıya sürüklüyor: bize sahiden hayatımızda kullanmak üzere hür bir irade sahibi olmak, hiçbir yerde doğru düzgün öğretilmiyor. Sonunda da kıramadığımız kalıplar, dünden kalmış umutlar ile elimizde olan ya da olmayan imkânlarla toprağın gül yüzünü boyluyoruz.
“Pek çok şey kaçırıyoruz. En önemlisi kendimizi.”
Oturup hayatın etiklerini, amaçlarını veya minimum varoluşsal krizleri tartışmaya hiç niyetli değilim ama şu ana kadar incelediğim, üzerine düşündüğüm ve çok yakın bir zamanda kaybettiğim hayatlardan bir çıkarımım var ki o da hayatlarımızın kendimizi tolere etmek için çok kısa olduğudur. Öte tarafta ulu tanrımız ne der bilmem ama yaşantımız hakkında artık içimde muhakemesini yapmaya gerek duymadığım kesin bir çıkarımım var:
“Hayatta sadece bir kereliğine var oluyoruz ve bu varoluşta eğer ben içinde var olduğum ruhumun ve yaşamımın az veya çok tadını çıkaramayacaksam ne anlamı var dünyaya düşmenin?”
İmkânların farklı, adaletin taraflı, eşitliğin dengesiz olduğu bir toplumda yaşadığımızın elbet bilincindeyim. Lakin ne zaman dışarı çıksam ıslanmanın güzelliğini, acı-sıcak kahvemin boğazımı yakışını, sevmenin ve sevilmenin zenginliğini yaşamak istiyorum. Dostlarına güvenmenin ve yer yer onlarla bozuşup tekrar barışmanın, kaybettiklerimizin arkasından ağlamanın, zamanı geldiği zaman üzülmenin, kıymetine sahip olmak istiyorum. Bilginin kudretinin ve bilmemenin özgürlüğünü istiyorum bu hayattan. Öz ve öz şükrü istiyorum. Yaşadığım her şeyin hissini gerçekten “yaşayarak” hissetmek istiyorum.
“Ben, artık kendimi daha fazla tolere etmek istemiyorum.”
Hayal, umut, birliktelik, mutluluk, hüzün, heyecan… Tek dileğim benzersiz yaşantılardır, tek kurşunluk varlığımdan. Bir gün toprak olacaksam yaşantımın tatminiyle olmak istiyorum. Sonrası ne beni ilgilendirir ne de bir başkasını, eğer hepimiz bir sincabın kış için sakladığı fındık olacaksak bir gün sadece bıraktığımız güzel insanlar ve değerler ile anılalım, bu bana yeter.