Yaşamak Manifestosu

Denizdeydim, sonsuzluğun tam ortasında… Sabahın ilk ışıkları gökyüzünü aydınlatmaya başlamıştı. Kafamı geriye doğru attım ve yüzümün suya gömülmesine izin verdim. Sessizlik doldu aniden kulaklarıma, beynime, kanıma… Sonra hafif bir piyano sesi yükseldi adeta; ruhumu okşadı, saçlarıma serpildi notaları. Birkaç saniye sonra geri yüzeye çıktım, derin bir nefesin ciğerlerimi ablukası altına almasına izin verdim ve ıslanmış saçlarımı ellerimle geriye attım. Gözlerimin bulanıklığı geçince gördüm renkleri; rengarenkti her yer, bir senfoni orkestrası gibiydi gökyüzü ve ben virtüözdüm. Yaşamak, kemanla çalınan bir şarkıydı ve ben bir keman virtüözüydüm. Yaşamak; piyanoyla, arpla, viyolayla çalınan bir şarkıydı ve ben virtüözdüm. Yaşamak bir gitardı tellerine vurdukça yediveren…

Gökyüzü tamamen aydınlandığında; kızıllıklar, saltanatı maviliklere devrettiklerinde insanlar sokaklara döküldü. Simitçi yine her zamanki yerinde, her zamanki saatinde “Taze gevrek!” diye bağırıyordu dikkat çekip satış yapabilmek için. İşlerine yetişebilmek için erkenden uyanıp etrafta koşturan insanlar yine ruhlarını sıcak yataklarında bırakmış gibilerdi, sanki daha ayılamamış ve ne döndüğünü hazmedememişlerdi. Yaşamak bu değil miydi zaten? Sabah erkenden hedeflerin için yola koyulup akşam eve geldiğinde gününü bir yorgunluk kahvesiyle taçlandırmak ve sevdiklerine gününü anlatmak… Her gün yeni bir adım atmak ve uyku sersemliğiyle yapılan küçük hatalara saatler sonra kahkahalarla gülmek değil miydi? Sonra sokaktan Cahit geçti, kravatını bağlamayı hala öğrenememişti ve kravatı dalga geçilmeyecek gibi değildi. Sonra sokaktan Ceylin geçti, saçlarını eşit boyamayı hiç beceremiyordu fakat inatla kendisi boyamaya devam ediyordu. Sonra sokaktan sen geçtin. Gözlerin yarı açık, yüzünde yastık izi; hayatın hızına yetişmek için kalkmışsın yatağından. Koşmayı bilmesen de, uçmayı öğrenemesen de her sabah hayatın hızına yetişmeye çalışıyorsun ve sen de içten içe biliyorsun ki hayat sen onu yaşadıkça var. Yaşamak bir gitar, tellerine vurdukça yediveren…

Biraz yürüyüş yapıp eve geri döndüğümde arkadan sevdiğim bir şarkıyı açarak kahvaltı hazırlamaya koyuldum. Bu şarkıyı duyunca kendimi ufak tefek dans hareketleri yapmaktan alamıyordum. Dışardan komik görünüyor olmalıydım, kendime güldüm birden ve kahvaltı hazırlamaya devam ettim. Kahvaltı ederken bir şeyler izlemeyi sevsem de haberleri izlemekten kendimi bildim bileli nefret etmişimdir, her gün bir tane iyi haber gösteriyorlarsa beş tane kötü haber gösteriyorlar. Bir karamsarlık çöküyor insanın içine, midesinde rahatsız edici bir kıvranma oluyor sanki ve bu duygu arttıkça nefesi kesiliyor insanın. Böyle küçük, kötü anlar bana hep yaşamanın çukur yerlere dolduğunu hatırlatıyor. Kötü anlarımız birer çukura dönüşüyor ve bulutlar yağmurlarıyla dolduruyor o çukurları. Bu yüzden yağmur yağınca kendimizi daha mutsuz, durgun hissederiz. Yağmur damlaları, yaralarımızdaki iltihapları öldürdüğü için önce bir canımız acır ama sonra o damlaların birer merhem olduğunu, ağrıyı azalttığını görürüz ve durgunlaşırız. Ardından güneş açar, ağaçlara döneriz yüzümüzü; çocuk parklarına, rengarenk market reyonlarına, denize… Çünkü yaşamak bir gitardır, tellerine vurdukça yediveren. Yaşamak bir gitardır, farklı notaları olan…

(Visited 167 times, 1 visits today)