Hangi gündü bilmiyordum. Ancak hafta sonuydu. Güneş gökyüzünde adeta gülümsüyordu ve hava ılıktı. Eğer bugün bir planım olmasaydı dışarıda dolanmak isteyebilirdim. Dışarıyı incelemekten vazgeçip önümdeki tahta kapıya döndüm. Kapının üstünde olan kabartmalar hoşuma gitmişti, zili çaldıktan sonra evdeki birinin kapıyı açmasını beklerken geçen birkaç saniyemi onları inceleyerek harcadım. Kapı yavaşça aralandığında da kafamı kaldırıp gözlerimi kabartmalardan ayırdım. Karşımda yıllar öncesinden hatırladığım yüzden oldukça farklı bir sima vardı. Gözlerinin altlarına yerleşmiş siyah halkalarla beni eski en yakın arkadaşım karşıladı. Çökmüş bir halden çok hayatını rayına koymuş huzurlu bir adam vardı karşımda.
Sıcacık karşıladı beni. Yıllarca görüşmediğimiz gerçeğinin soğukluğuyla vurmadı beni. Sarıldık ve beni evin içine davet etti. Evin içi çörek kokuyordu ve sıcacıktı. Büyük bir evdi ve hayranlık uyandırıcıydı. Dört bir yana asılmış tablolar ile birlikte adeta kendimden geçtim. Kahve tonları mobilyalar ve koyu renk ayrıntılar çok güzel bir uyum yakalamış, tablolar eve ayrı bir hava katmıştı. Çok güzeldi, nefes kesiciydi. Evleri bende hayranlık uyandırdı. Arkadaşıma da bu hayranlığımı dile getirdiğimde eşi ile birlikte evi döşediklerini söylemişti. İkisi de oldukça zevkli kişilerdi. İltifatıma karşı güldü ve eşine övgüyü ileteceğini söyledi.
Tabloların da çok güzel olduğunu belirttiğimde heyecanla bana ayrıntılı bir şekilde anlatmak için ilk gördüğü tablonun karşısına geçti. 1975 yılında bitirilmiş bir tablo olduğudan bahsetti. Tuvalin üstündeki kırmızı ve mor renkli çiçekler çok güzel bir uyum içindeydiler. Ben hala tabloyu inceliyordum ki o hiç vakit kaybetmeden diğer tabloya geçti, bu daha eski bir resimdi. Bu sefer tuvalde oyun oynayan çocuklar vardı. Yüzlerine iliştirilmiş gülücükler beni mutlu etti. Adeta çocukların seslerini evin içinde hissetmiştim. Koridorda ilerlemeye devam ederken bana her geçtiğimiz tablonun, eğer biliyorsa, tarihini ve ressamını söyledi. Ben de kendimi tablolara hayran olmaktan alıkoyamadım.
Salona adımladık. Kapının yanında bulunan bir tabloyu gösterdi. Yine çiçekler vardı tuvalin üstünde. Bu sefer ayçiçekleri… Kocaman açmış, gülümseyen ayçiçekleri vardı tuvalde. Binlerce günbatımı tonu ile renklendirilmişti. Ben bu tablonun da oldukça güzel olduğunu düşünüyordum ki gözüm şöminenin üstündeki resme takıldı. Salondaki o tabloyu görünce her şeyi hatırladım. Unuttuğum, hatırlamamam gereken ve neredeyse yasak hissettiren tüm olayları… Belki de bir rüyayı veya düşü ancak yine de anıymış gibi gelen birkaç yılı…
Uzun zaman önceydi. Ben daha doğmadan ve ölmeden ve tekrar doğup ölmeden önce. Yani onlarca yıl belki de yüzyıllar öncesi… İlk yaşamlarımdan birindeydim. Hatırladığım yer bir saraydı. Kocaman bir saray ve küçükcük bir oda. Her yerde tuvaller, fırçalar, yağlı boya tüpleri, terebentin şişeleri, keten yağı dolu kaseler, üstleri boya ile dolmuş paletler ve daha birçok sanat malzemesi… Küçük camdan içeri giren güneş çok güzeldi. Ancak odada daha güzel bir şey vardı, daha güzel biri vardı. Güneş ışınlarının düştüğü yerde dikilen ve bana poz veren bir kadın… Kırmızı büyük elbisesiyle gülümseyen ancak yine de başını dik tutan ve güçlü imajından ödün vermeyen bir kadın…
Ellerimde tuttuğum bir fırça vardı. Ucunda mavi ve kırmızı renklerini karıştırıp oluşturduğum ve gölgeler için kullanacağım bir ton bulunuyordu ve ben ona bakıyordum, kadına. Çok güzeldi. Çok zarifti. Gözleri bana değil tam arkama bakıyordu. Önümde duran tuvalde o vardı. Onu ben resmetiyordum. Onu tuvalde tekrar canlandırıyordum. Ellerimde tek bir titreme bile yoktu. Kendimden oldukça emindim. Yetenekliydim ve onu ona yaraşır şekilde resmetmeliydim.
Daha sonra bir kral hatırladım. Oldukça güçlü ve kudretli bir kraldı. Yüzüne baktığınızda bedeninizi titreten, size yaklaştığında ödünüzü kopartan bir kral. Gücü kendi halkının bile kabuslarına girem bir kral… Ondan nefret ettiğimi hatırladım. Nefret ediyordum. Önümde duran o asil kadına yönelik bakışlarından ve tuvale bakıp değerlendirme yapmasından nefret ediyordum. Kadının ona “hayatım” diyerek seslenmesinden nefret ediyordum. Birlikte olmalarından nefret ediyordum. Çünkü karşımdaki kırmızı elbiseli asil kadın bir kraliçeydi ve benim gibi sıradan bir ressam asla onun dengi olamazdı. Onunla ancak bir kral aynı seviyede olabilirdi.
Daha sonra soğuk bir geceyi hatırladım. Gerçekten soğuk bir gece. Yatağımdan çıkıp haftalarca planladığım olayı gerçekleştireceğim geceydi. Korkaklığım ile titrediğim, kralı öldürmeye cesaret edemediğim ve sevdiğim kadını arkada bıraktığım geceydi. Kraliçenin tablosundan kaçıp saraydan ayrıldığım geceydi.
Daha sonra hatıralarımdan geleceğe, tabloyu gördüğüm o nefes kesici eve geri döndüm. Önümdeki şöminenin üstüne asılmış, sağa doğru hafif yamulmuş tabloya baktım. O benim resmimdi. Yarımdı. İmzası atılmamıştı ve tam da hatırladığım, düşlediğim veya hayal gördüğüm gibi asil, güçlü ve oldukça güzel bir kadın vardı tabloda. “Ah, bu tablo benim de favorim.” dedi yanımda olduğunu unuttuğum arkadaşım. “Çok gizemli bir havası var. Ressamının neden resmi bitirmediğini hep merak etmişimdir.” dedi. Ben biliyordum ancak ağzımı açıp tek bir söz etmedim. “Gerçekten çok güzel.” diyebildim en sonunda. Gerçekten de öyleydi. Tam ben yine hatırlarımda, veya düşlerimde, kaybolacakken arkamda kalan salon kapısı açıldı. “İçecek bir şeyler ister misiniz hayatım?” diyerek biri salona giriş yaptığında ses çok tanıdık geldi. Neredeyse canımı yaktı. Sona eklenmiş isim ile gözlerim genişledi. Arkama döndüğümde ise sanki hayatın oyunuymuş gibi üstünde kırmızı modern bir elbise olan asil bir kadın gördüm. Gülümsüyordu bana. Hatıralarımda görmemiş olduğum bir gülümsemeydi. Sıcacıktı, güç gösterilerinden oldukça uzaktı.
Tablodaki kadındı oydu ve ben de tabloyu tamamlamaya cesareti olmayan sıradan ressamıydım. Belki rüyamda görmüştüm o anları ancak karşımda dikilen bu kadını ilk görüşümdü. “Benzerliği farketmişsindir zaten.” diyerek söze başladı yanımda dikilen arkadaşım. “Bu tabloyu eşime çok benzediği için almıştık.” diyerek sözlerini tamamladı.