Araştırmacı Connell; ekibi Craig, Adrian ve Dylan ile inceleme yapmak üzere inecekleri ve yaklaşık 40 km olduğunu düşündükleri yarığa yolculuklarına başlamak için hazırlıklarını tamamlamışlardı. Bu yarık daha 1 ay önce keşfedilmiş, çevrenin madeni zenginliklerinden dolayı araştırılmayı hak eden bir yarıktı. Craig kendisiyle gelmek isteyen 9 yaşındaki oğlunu döndüğünde ona bulduğu değerli taşlardan getireceğine söz vererek annesiyle kalmaya ikna etmişti. Adrian nişanlısı Vanessa ile kucaklaşarak veda etmiş; diğerlerine göre toy, genç ve meraklı Dylan ise çoktan araçta, Connell’ın yanında yerini almıştı. Tahminen ne bulduklarına göre değişmekle beraber bir haftalık erzak ve teçhizatları vardı. Maksimum 3 gün kalmayı planlıyorlardı ancak her zaman iki katı malzeme almak tüm ihtimallere karşı önemli bir tedbirdir.
Herkes hazır olduğunda yolculuk başlamıştı. Gün ışığı yol ilerledikçe azalıyor, yerini boğuk bir karanlığa bırakıyordu. Adrian’ın telefonu çekmeyi bırakmıştı, Craig ile Dylan pişti oynuyordu. Yarık gittikçe dikleşiyor, yokuş eğimi arada 70 dereceye kadar çıkıyordu. Bu şartlarda ancak saatte 15 kilometreye kadar hızlanabiliyorlardı. Gittikleri kadar gidebilmeyi istiyorlardı ve yol da gittikçe bitmiyordu. Hesaplamalarına göre çoktan bitmesi gereken yol uzadıkça uzuyordu. Geçmek tükenmek bilmeyen yolculuğun sonunda artık yarık araçla ilerlenebilecek genişlikte değildi. Ayakları uyuşan ekip ufak bir egzersizden sonra araçtan indi. El fenerleri koca deliği aydınlatıyor, tavanda irili ufaklı gölgeler beliriyordu. Hava o kadar sıcaktı ki ilk iş olarak kıyafetlerini incelttiler. Detektörler araçtan indirildi ve bölge dağılımı yapıldı. Connell: “Craig, sen benimle bu tarafa gel. Adrian ve Dylan siz de diğer tarafa gidin. Işığımızı her zaman gördüğünüzden emin olun.” dedi. Işık vuran yüzünden parıltılar beliren bu yarık gerçekten büyüleyiciydi. Duvarlar siyahtan neredeyse parlak beyaza dönüyordu el fenerinin ışığında. Karanlığın altında gizlenen her metrekaresinin milyonlar edeceği anlaşılıyordu. 4 saatlik araştırmanın sonunda çıkarılacağı muhtemel madenler listelendi. Miktarlar yaklaşık olarak saptandı ve işlendi. Artık yorgun düşen ve terden sırılsıklam olan Connell ve Craig araca dönmek üzere diğerlerini aramaya karar verdikleri sırada Dylan’ın sesini duydular: “Hey! Acilen buraya gelmelisiniz, çabuk!”. Dylan’ın el feneri eski kaya bir kapıyı aydınlatıyordu. Yeryüzünden kilometrelerce uzakta beşerî bir oluşum görmek ürperticiydi. Birkaç dakikalık şoktan sonra Craig kapıyı açmaya çalışmaya karar verdi. Diğerlerinin de yardımıyla ağır kapı ufak bir gürültüyle yavaşça arkaya doğru açıldı. Uzunca bir karanlığın ucunda ufacık da olsa bir aydınlık görülüyordu. Sadece birbirlerine baktılar ve bu ilerlemeye karar vermelerine yetti. Yürüdükçe mağara ortaya çıkıyor, taşları parlak bir kilise karşılarına dikiliyordu. Oldukça büyük, oldukça ihtişamlıydı. Aynı yarıktaki duvarlar gibi parıldıyordu. Şaşkınlıkları iyice artan ekip afallamıştı. Buraya onlardan önce kimler gelmişti, ne zaman gelmişti ya da hala oradalar mı, hiçbir şey bilmiyorlardı. Adrian: “Vay canına, şu süs havuzuna da bakın!” dedi. Altından yapılmış havuzun tepesinde çeşitli renkli taşlarla bezenmiş ufak bir melek heykeli vardı. Connell: “Bu hiç de yeni durmuyor.”. Belli ki buraya yeni gelinmemişti. Bu sırada kilisenin kapısı yavaşça açıldı. Bir rahibe belirdi aralıktan. Ancak yüzü o kadar kırmızıydı ki ilk görüşte kan sandılar. Rahibe:
– Siz de kimsiniz?
– Biz yeryüzünden geliyoruz efendim. Maden araştırma ekibiyiz, dedi Connell.
Rahibe onlara içeri gelmelerini işaret etti. Loş ve geniş kilisede bir heyet onları karşıladı. Başrahip: “Siz kimsiniz ve burada ne arıyorsunuz?” dedi. Soğuk görünümüne karşın teni bir o kadar sıcak, kırmızıydı. Yaşlı olduğu belliydi ancak bedenen sağlıklı duruyordu. “Ben Connell ve bu da araştırma ekibim Craig, Adrian ve Dylan. Çıkarabileceğimiz madenleri araştırmak için geldik ve 4 saatlik araştırma sonucu o taş kapıyı gördük.” açıklamasını yaptı Connell ve rica etti “Acaba birer bardak su rica edebilir miyiz?”. Başrahibin: “Elbette. Oldukça yorgun görünüyorsunuz. İzninizle sizi misafir etmek isterim.” sözlerinden sonra yorgunluklarını gizleyemeyerek rahibenin peşinden şehre açılan kapıdan geçtiler. Geçer geçmez suratlarına bir sıcak dalgası vurdu. Gördüklerine inanmaları çok güçtü. Aşağı doğru devam eden bir yeraltı şehriydi bu gördükleri. İrili ufaklı binalar, apartmanlar, marketler ve bunların dışında daha önce hiç görmedikleri teknolojik araçlar, direksiz sokak lambaları, uçuşan kargo robotları ve konuşan trafik ışıkları vardı. Craig bayılır gibi olunca Adrian ve Connell yürümesine yardımcı olmaya çalıştılar ancak onlar da Dylan gibi gözlerini etraftan alamıyordu. Fark ettikleri bir diğer şey ise bunca hengameye rağmen bir tane insan görmemişlerdi. Kalacakları eve geldiklerinde rahibe onlara kapıyı açtı ve: “Başrahip istediğiniz kadar kalıp dinlenebileceğinizi söyledi. Sıcağa zamanla alışırsınız. Sabah olunca gündoğduranlar bunu belli edecek. İyi geceler.” diyerek gitti. Craig’i yatağına yatırınca yaşadıkları şoku sindirmek için zaman buldular. Bu derinlikte bir kilise, ten renkleri gerçek anlamıyla kırmızı insanlar, hiç görmedikleri teknolojide ve bomboş bir yeraltı şehri ve dayanılamaz bir sıcak. Yatakların zeminleri buz gibiydi ve bunun nasıl olduğunu bile düşünmeden yataklarına yumuldular. “Nasıl bir yer burası?” dedi Adrian. “Belli ki bizim bildiğimiz dünyadan oldukça daha gelişmiş bir yer.” Cevabını verdi Connell. “Burayı ve o ilginç aletleri incelemek için sabırsızlanıyorum. Acaba rahibenin bahsettiği gündoğduranlar da neyin nesi?” dedi Dylan. Daha fazla konuşmaya güç bulamadan uykuya daldılar.
Ertesi gün yüzlerine vuran gün ışığı ile gözlerini açtılar. Başta nerede olduklarını kavrayamasalar da yavaş yavaş hatırladılar. İyi de bu gün ışığı nereden geliyordu? Dylan hemen kalkıp pencereden dışarı baktı ve rahibenin bahsettiği gündoğduranlardan biri tam da evin üstündeydi. Bir disko topunu andıran, parıl parıl parlayan bir aletti. Gözleri kamaştığından daha fazla bakamadı. Craig de kalkınca evden çıkmaya karar verdiler. Rahibe onları dışarıda bekliyordu. Bir şeyler yemek üzere onları mutfağa götürdü. Mutfak kilise kadar olmasa da büyük ve kalabalıktı. Bir sürü kırmızı insan yiyeceklerini alıyor ve bir masaya oturuyordu. Rahibe onları başrahibin masasına götürdü. Rahip: “Rahat uyumuşsunuzdur umarım. Sıcağa alışmanız zaman alacaktır. Şimdi merak ediyor olabileceğiniz bazı soruları yanıtlayayım. Yüzyıllar önce atalarımız mağaralarda yaşar ve avlanma dışında gerekli olmadıkça dışarı çıkmazlarmış çünkü bir büyücünün onları lanetlediği ve Güneş ışığına çıktıkları anda öleceklerine inanırlarmış. Asırlardır mağaralardan çıkmayan atalarımızın gittikçe yeryüzünden daha derine inmeleri gerekmiş çünkü öte yandan dünya insanlar için genişlemeye devam etmiş ve insanoğlu yayılarak yeni yerleri evi yapmaya başlamış. İnsanoğlu ilerledikçe gün ışığı da ilerlemiş ve atalarımızı derinlere ilerlemeye mecbur bırakmış. Ancak sonra çekirdeğin enerjisini hissetmiş ve araştırmalarla onu nasıl kullanabileceklerini keşfetmişler. Ve bunun sonucunda da bu şehri kurarak bir teknoloji devri başlatmışlar. Biz de üstümüze düşeni yaparak bu devri yaşatıyor ve ilerlettiriyoruz. Ulaştığımız bilgilere göre yeryüzünde henüz bu teknoloji seviyesinin oldukça altında yaşanıyor. Doğru muyum?”. Connell: “Evet efendim. Şimdiden daha önce hiç görmediğimiz bir sürü alet ve araç gördük, inanılmaz.” dedi ve ekledi “Peki neden gelenleri bir kilise karşılıyor ve gördüğümüz kadarıyla yönetim kiliseye bağlı?”
Başrahip: “Dinimize bağlılığımız bizi biz yapıyor ve birbirimize daha sıkı bağlanıyoruz. Herkes cumartesileri dua etmek için kiliseye gelir ve o günü bu teknoloji ve gelişmişlikle gelen refah için şükrederek geçiririz. Ben ve heyet bu refah için gerekli düzeni korumakla yükümlüyüz.”
Dylan dayanamadı ve: “Müsaadenizle şehri gezme imkânımız var mıdır?” diye sordu. Başrahip onayladı ve dördü şehri gezmeye başladılar. Markete girdiklerinde çeşitli yer altı besinleriyle karşılaştılar. Yeryüzünden getirilmiş bol D vitaminli kuru meyveler, konserveler ve hayvan etleri buldular. Kıyafet mağazalarında sıcağa karşı neredeyse bir şey giymeden giyinik olabileceğiniz tarzda kıyafetler satılmaktaydı. Ayrıca Adrian dışında şehirde uzun saçlı kimse yoktu. O da bu sıcak yüzünden yıllarca uzattığı saçını kesmeyi bile düşünüyordu.
Gezerlerken genç bir yerli kız ile konuşma fırsatı buldular ve yol boyu üstünde “ÇEKİRDEK” yazan tabelaların gerçekten Dünya’nın çekirdeğine gidip gitmediğini sorduklarında “Evet, tabelaların sonunda bir asansöre var ve saatler süren inişten sonra çekirdeğe en yakın bulunan kaynağa ulaşıyoruz. Aslında tüm bu enerjinin temeli orasıdır ancak oraya sadece en yaşlılarımız inebilir çünkü o sıcaklığa sadece onlar dayanabilir.” yanıtını aldılar. Connell:
– Bir sorum daha olacak. Biz dün geldiğimizde sokaklarda bir kişi bile yoktu. Burada geceleri her ama herkes uyur mu?
– Hayır, ama evden çıkmak günbatımı yani sizin deyişinizle 19.00 itibarıyla yasaktır ve başrahibin yasalarıyla sabitlenmiştir. O zaman gündoğduranlar kapanır ve sadece robotlar görevlerini yapmak amacıyla sokakta kalır.
– Her zaman çalışmak mı zorundasınız? Sen de istediğin zaman dışarı çıkmak, eğlenmek istemez miydin?
– Yaşamımızı devam ettirmek ve refahımızı korumak için her gün enerji çıkarmalı ve bunun için de her birimiz çalışmalıyız. Hayatımız ve devamlılığımız her şeyden daha önemlidir.
– Peki, son olarak başrahip dışında bir yönetici yok mu? Belki size daha yumuşak ve anlayışlı davranabilecek bir lider?..
– Başrahip her şeyi olması gerektiği gibi yapıyor. Biz böyle zaten mutluyuz. Şimdi izninizle çalışmaya dönmem gerek.
Elinde erzak sepetiyle uzaklaşan kıza çok acımışlardı. Belki de sırf burada doğdu diye hayatı boyunca çalışmaktan başka bir şey yapmayacak, gerçekten yaşamanın ne olduğunu asla öğrenemeyecekti. Tamam teknoloji harikaydı, her alanda onlara yardım ediyor hatta onları hayatta tutuyordu ancak elde etmek için aslında her gün hayatlarını bağışladıkları bir çukurdu. Zaten fena halde terlemiş ve bunalmış olan Craig artık dayanamayarak gitme vaktinin gelmesini istediğini söyledi. Bunun üzerine Connell’ın da işaretiyle yola koyuldular. Dylan havada asılı duran sokak lambalarını, gündoğduranları, çöpçü robotları tam anlamıyla her noktadan fotoğraflayarak ekibe yetişti ve kiliseye vardılar.
Başrahibe her şey için teşekkür ettiler ve artık dönmek istediklerini söylediler. Ancak başrahip: “Anlıyorum, elbette dönmek isteyeceksiniz fakat sizden de beni anlamanızı istiyorum ki burayı korumak benim görevim. Size güvenmediğimden değil ancak bir şekilde varlığımız duyulur da bilinirse bu bizim ve geleceğin sonu olur. Yukarı çıkmanızın tek şartı zihninizin bu kısmını silmemize izin vermenizdir.”. Dehşete düşmüşlerdi. Rahibelerin ellerinde gördükleri ufak tabancaya benzer silahlar gerçekten zihinlerini silecek miydi? Bu muazzam dünyayı onlara unutturacaklar mıydı? İlk cevap veren Craig oldu: “Benim yukarıda bir oğlum var. Onu asla bırakamam dostlar, üzgünüm. Ben kabul ediyorum.”. Ardından Adrian da ona katıldı: “Ben de nişanlımı çok seviyorum ve ona döneceğime dair bir söz verdim. Sözümü tutacağım.”
Bir sessizlik oldu. Başrahip Connell’a bakıyordu. Derin bir sessizlikten sonra Connell: “Ben kalacağım. Zaten hayatımın sonlarına yaklaştım. O çekirdek nasıl işliyor ve enerji o teknolojiye nasıl yön veriyor öğrenmeden ölmek istemiyorum. Kızım Sam’e göz kulak olacağınıza söz verin.”. Gözleri dolmuştu hepsinin. Sarıldılar belki de son kez. Sıra Dylan’daydı. Ancak o an fark ettiler ki Dylan kayıptı! Makinesini ve topladığı belgeleri aldığı gibi ortadan yok olmuştu. Başrahibin işaretiyle adamları dört bir yana dağıldı. Connell ve ekip şok olmuştu. Kilisenin taş kapıya giden çıkışına vardıklarında Dylan’ın cansız bedeni yerde duruyordu. Bu çok acıydı ancak vedalaşmaları gerekiyordu. Birbirlerine son kez yıllardır beraber olmanın ve yardımlaşmanın teşekkürlerini ettiler ve Dylan’ın ruhu için dua ettiler. Connell kiliseye geri döndü. Craig ve Adrian ise kafalarında hissettikleri o muazzam acıyı bir daha hatırlamayacakları üzere unuttular her şeyi. Yeryüzüne döndüklerinde tek hatırladıkları ise bir kaza ve iki kayıp olduğuydu.