Mira, kasabanın çürümeye yüz tutmuş evlerinden birinde yalnız başına yaşıyordu. Genç yaşında, belki de yaşadığı her şey onu büyütmüştü, ama her büyüme, bir kaybı beraberinde getirmişti. Annesini, babasını, kardeşini… hepsini yavaş yavaş, birer birer kaybetmişti. Şimdi geriye sadece anılar ve yıllarca uğraştığı yalnızlık duygusu kalmıştı.
Her sabah, güne başlamak için odasında uyanan Mira, penceresinin dışındaki renksiz gökyüzüne bakarak başlıyordu güne. Geceleri rüyalarında, mutlu olduğu, ailesiyle birlikte kahkahalar attığı eski zamanları görüyordu ve içi yanıyordu. Hayatta bir zamanlar kendisine ait olan her şey kaybolmuştu. İnsanlar, hayatlarının belli dönemlerinde kayıplarla yüzleşirler, ama Mira, kayıplarına o kadar alışmıştı ki, bu yalnızlık artık onun bir parçası haline gelmişti.
O sabah, annesinin son zamanlarında sağlığı bozulduğu dönemde biriktirdiği ilaç kutuları gibi biriken düşünceler, Mira’yı iyice kuşatıyordu. “Bunu hak ettim,” diye düşündü, “belki de herkesin kaybettiklerinden sonra geriye bir şey bırakmak zorunda olduğu kadar yalnızlık da bana yazıldı.”
Günün birinde bir grup çocuk top oynarken, Mira göz ucuyla onları izledi. Oynamıyorlardı, sadece birbirlerinin etrafında dönen, neşeyle bağıran çocuklar. İçlerinden birinin topu Mira’ya doğru yuvarlanmıştı. Çocuk, hemen “Abla, topu alır mısın?” diye seslendi.
Mira topu aldı, ama ne yapacağını bilemedi. Çocukların yüzündeki o saf mutluluk, eski zamanlarından ona bir hatıra gibi geldi. Oysa o zamanlar, kardeşiyle birlikte sokakta futbol oynarken dünyası ne kadar da renklerle doluydu. Ama şimdi sadece geçmişin karanlık anıları vardı.
Topu çocuklara geri verirken, bir şey içini kemirmeye başladı. Gerçekten her şeyi kaybetmiş miydi? Bunu hak ediyor muydu? Bir zamanlar ne kadar güçlüydü, umutluydu, her yeni günü beklerdi. Ama şimdi… şimdi bir omuzdan öbürüne kayıp yüklerini taşıyan bir adam gibiydi.
Bir hafta sonra, kasaba dışındaki terkedilmiş eski okulun arkasındaki kayalık alana gitmeye karar verdi. O zamanlar, oraya gidip bir saat geçirmek, ona huzur verirdi. Ama şimdi, her şeyin içi boşalmıştı. Burası da yıllar içinde kaybolan, unutulmuş bir anının yeriydi.
Bir süre sessizce orada durdu, yalnızca rüzgarın uğuldayan sesi vardı. Kafasında her geçen dakika, düşen bir yaprak gibi derinleşiyordu. Ama sonra… gözleri bir anlığına kararmıştı. Sanki her şey birdenbire anlamını yitirmişti. Kayalıklara doğru bir adım attı.
Bir saniye boyunca her şeyin sona ereceğini düşündü. O an, hayatındaki her şeyin acısını içinde taşıdığı o kadar belirginleşti ki, bir zamanlar sahip olduğu neşeyi, güveni, aşkı kaybetmişti. Yavaşça kayalıklara doğru bir adım daha attı.
Ancak o an, aniden bir ses onu uyandırdı. “Düşersen, düşme!” dedi içinden bir ses. Tanıdık bir ses değildi ama… sesin tonu Mira’yı korkutmuştu. Mira durdu. Düşmeye karar vermişti, ama bir yandan da o sesi duyduğu an, bir şey onu engelliyordu.
Kendini toparladı. Evet, belki her şey kaybolmuştu ama… düşmek, her şeyin sonu olamazdı. Eğer düşerse, kalkmak zorundaydı. Her zaman kalkmak zorundaydı. Bunu bilmek, içindeki son umut kırıntısını yeniden yeşertmişti. “Düşsem de kalkacağım,” diye geçirdi aklından.
Mira, kayalıklardan geri adım attı ve gözlerini sımsıkı kapatıp derin bir nefes aldı. Sonra adımını sağlam bir şekilde toprağa koydu. Bütün kasaba ona yıllardır acı çektiğini söylese de, o bu acıyı içinde taşıdığı sürece hayatın ona başka bir şans vereceğini biliyordu. Belki de düşmek, aslında kalkmanın başlangıcıydı.
O günden sonra, kasabaya geri dönerken, içindeki boşluk yavaşça dolmaya başladı. Mira yalnızdı, ama hiç bu kadar güçlü hissetmemişti.