Soğuk bir kış sabahıydı; yerlerin karlarla kaplandığı, içinizdeki gökkuşağını aydınlatan bir sabah. Yatağımın başucuna konmuş bir kupa sıcak çikolata belki de beni canlandıracak tek şeydi. Arkadaşlarım dışarıda fotoğraf çekiyor ve karla günlerini gün ediyorlardı. Tabii ben ve soğuğa karşı dirençsiz olan vücudum, bu soğuk havayı kaldıramamış ve yatağa hapsolmuştuk.
Yavaşça doğruldum ve sıcak kupayı elime aldım. Mükemmel kokusunu hissettim demek isterdim ama burnum buna izin vermedi. Doğru ya, hastaydım. Aldığım büyük yudum; içimi ısıtmanın yanı sıra, lezzetin nasıl bir şey olduğunu hatırlatmıştı bana.
Ayağa kalktım, her ne kadar bana yasak olsa da. Kupa elimde, yavaş yavaş odadan çıktım. Koridorda ilerleyerek salona ulaştım. Salondaki şömine hem huzur hem de ısı yayıyordu etrafına. Şöminenin tam karşısındaki koltukta küçük erkek kardeşim Ali vardı, elinde bir kitapla. Kitabına o kadar dalmıştı ki çarpa çarpa yürümeme rağmen bir kere bile dönüp bakmamıştı bana. Oturduğu koltuğun biraz ilerisi benim evimde en sevdiğim yerdi; sonbaharda rengârenk yaprakları ve mutlu âşıkları, yazın etrafta koşturan çocukları, ilkbaharda yağan yağmurları ve tabii ki kışın arkadaşlarımı izlediğim yerdi.
Oraya doğru ilerlemeye başladım ve hayat bana sakar olduğumu tekrar hatırlattı: Ayağımı Ali’nin oturduğu koltuğa vurdum ve bu yüzden kupanın yarısı elime döküldü. Onun acısıyla geri geri giderken de salona yeni girmiş abim Cenk’e çarptım. Hemen kendimi toparladım ve her ikisinden de özür dileyip geçmeye çalıştığım yere oturdum. Sırtımı yastıklardan kurduğum duvara yaslayıp artık sıcak olmayan sıcak çikolatamdan bir yudum aldım.
Salonun sıcaklığı ve sıcak çikolata çoktan beni mayıştırmıştı. “Abla, şurada bir Dostoyevski okutmadın ya!” Ali’nin sitemi kulaklarımı çınlattı: “Dostoyevski’yi her zaman bulursun ama benim gibi güzel, zeki, çalışkan, mükemmel bir ablayı asla bulamazsın.” dedim sırıtarak. “Kim güzel, ben burada bir güzel göremiyorum!” Cenk’in alay dolu sözlerine kulak asmadım ve Ali’ye bakmaya devam ettim. “Sen her ne kadar bir Dostoyevski olmasan da benim ablamsın, bu nedenle doğruluk payın var.” dedi Ali sessizce. Zaten Ali en uysalımızdı, fazla okur ve az konuşurdu. Konuşunca da olay olurdu. Tam ona teşekkür edecektim ki bir mesaj geldi telefonuma. Normalde görünmez birisi olduğum için bana mesaj atanlar genelde en yakın arkadaşlarım ve aile üyelerim olurdu.
Gelen mesajı daha okuyamadan bir anda telefonuma binlerce mesaj yağmaya başladı. Tanıdığım neredeyse herkes bana mesaj atmıştı. En yakın arkadaşlarım bana üzülmem gerektiğini ve hep yanımda olacaklarını söylediler. Ben daha ne olduğunu anlamadan aynı anda yüzlerce fotoğraf geldi ama sadece birine bakmam yetti: Geçen yıl fazla kiloluydum ve bağıra bağıra sevdiğim çocuğa çıkma teklifi etmiştim. O da kabul etmeyip oradan hızla ayrılmıştı. Bu olay yaşanırken sadece ikimiz vardık, daha doğrusu ben öyle sanıyordum.
Hemen gelen mesajları okumaya başladım, çok geçmeden bunun internette olduğunu fark ettim. Hemen çocuğa mesaj attım bunu sen mi yaptın diye. O da çok geçmeden cevap verdi. Ben de dayanamadım ve onu aradım: “Neden böyle bir şey yaptın, zaten geçmiş bir olaydı!” onun kurduğu cümleye herhangi bir cevap bulamadım: “Üzgünüm, bunu yapmak zorundaydım.”