Bir gün gökyüzünden mavi yerine yeşil yağmaya başladı ve her şey değişti. Öncesini fark etmedi hiç kimse. Ne bir habercisi vardı ardından yürüyebileceğimiz, ne de bir anne ardına sığınabileceğimiz. Bakakaldı herkes birbirine. Sokakta yürüyenler dükkanlara attı kendilerini, evinde olanlar ya camı sonuna kadar açıp dışarıyı izledi ya da bütün pencereleri kapatıp belki de son zamanlarını dua ederek geçirmeye çalıştı.
Bir adam vardı ölmek isteyen, dedi işte bu tam benim sahnem. Çıktı sokak ortasına, açtı kollarını. “Gel.” dedi adam. “İyi ki geçtin buralardan.” On saniye geçti aradan, yirmi, kırk beş, bir dakika… Hiçbir şey olmadı uğruna. İnsanlar izliyor, adam etrafına bakıyor, deli mi diyecekler acaba diye düşünmeden edemiyor. İnsanlar beklenenin aksine “İşte bu adam, bu adam bir şeyler biliyor.” Diye düşünüyor. Dükkandan çıkıyor birkaç kişi, adamın yanına toplanıyor üç beş kişi. Soruyorlar “Nedir bu?” sanıyorlar ki bu adam bir şeyler biliyor.
Adamın kurtuluşu yok artık. Yağmurdan değil utancından ölecek. “Ne yapalım?” diye geçiriyor içinden. Düzeltiyor ceketini, kravatını, yakasını. Başlıyor konuşmaya: “Bu, dostlar, işte budur tanrının bize lütfettiği. Hüznün, korkunun mavisi yerine mutluluğun, güvenin, barışın rengi… Bu da demek oluyor ki dostlar, bolluk bizi bulacak, savaşlar bitecek, her şey daha güzel olacak.” Şüpheyle bakar insanlar birbirlerine. İlk kez bir kafa karışıklığı yaşarlar içlerinde. Pek uzun sürmeden çıkar aralarından biri, der ki “Tereddüt etmeden kendini yağmurun altına bırakan bu adamın vardır elbet bir bildiği.” İnsanların yüz ifadeleri değişmeye başlar tekrardan. Bazılarının şüphesi kayıp gitmiştir bile. Adam aldığı cesaretle devam eder konuşmaya: “Görüyorsunuz dostlar, korkmayı gerektirecek tek bir durum bile yok. Kutsaldır bu su. Anneler! Dinleyin beni. Bu kutsal sıvıyı çocuğunuza süt niyetine verin, işlerinizi kolaylaştıracak, hatta son bulacak bütün çileleriniz.” Adam farkında tabii dediklerinin. Ağzından çıkan her kelimede pişmanlık duyuyor, düşünüyor: “Ben ne yapıyorum?” Fakat bu ilgi hoşuna gitmiyor da değil. Devam ediyor bu yüzden, zaten sevmiyor çocukları, zaten ölecek mayıs sonları.
Aradan zaman geçiyor, belki bir hafta, belki bir ay, belki de bir yıl. Kimin umurunda? Yağmur yeşil yağmaya devam ediyor. Bebekler aylar öncesinden sütten kesiliyor. Mutluluğun, güvenin sıvısıyla besleniyorlar. Yağmura bağlı olarak tarım da olumlu etkileniyor. Sokaklar, ormanlar sümüksü bir yapıyla kaplı gözükse de alışmış insanlar çirkini görmeye. E peki bizim adama ne olmuş? Farkı kalmamış dağın ardındaki bilge ağaçtan. İnsanlar her şeyi ona danışır olmuş. Ne diyebiliriz ki dostlar? Almış şanını vermiş şerefini. İçinden bir ses boğazında yumru olarak kalsa da bazen, ölümü düşünmez olmuş kısmen. Bebekler zaten büyümüyor sağlıklı, ancak aileler yavrularının eski hâllerini hatırlamak için geleceğe karşı fazla inançlı.
Adamın keyfi yerinde. İnsanlar onu dinliyor, ne derse ona inanıyor, onu yapıyor. Hiç kimse onun dışında başkasına ihtiyaç duymuyor. Her şeylerini kendileri hallediyor, gerekmedikçe birbirleriyle iletişim bile kurmuyorlar. Peki ne değişti? Başında da böyle değil miydi? Neden her şey değişmiş gibi anlatıyoruz? İşte insan budur dostlar, bir yerden sonra değişeni, kalanı anlamazlar. “Özgürlükleri” rollerini unutturur, kişi kendini kurtulmuş sansa da hep aynıdır. Güdülürler ama sözde hürdürler.