Özgürlük… Herkesin yapılacaklar listesindeki maddelerin yapıtaşı olan kısa bir sözcük. Her zaman elinde olanlar yerine olmayanları seçen insanlık düşünülürse hürriyet denilen kavramın hayatımızda olmayan varlıklarla ölçüldüğü gerçeği çok da şaşılası değil.
Reşit olmak, araba kullanabilmek, istediğimiz yerde tatil yapabilmek, çalışmadan başarabilmek… en basit hayallerimizin arasında yer almaz mı? “Keşke…” ile başlayan cümleler, her zaman bir kısıtlama, baskılama ve sorumluluk sonucu ortaya çıkmaz mı?
Bir geleceğin garantisi olmadığı halde uğrunda çalışılarak yıllar harcanacak kadar değerli bir husustur hürriyet. Onun için, kendi ayaklarımızın üzerinde başkalarına bağımlı olmadan yaşamak için çalışırız. Hayatımız boyunca çalışırken de bunun bir bedeli olan kendimizden ödün veririz. Hatta belki canımızdan. Çalışmak için isteklerimizi erteler, görmezden geliriz. Bunun tek tesellisi de geleceğimizde sahip olmak istediğimiz mevki ve hayattır. Bir garantisi olmadığı halde…
Geçmişte, günümüzde veya geleceğimizde; özgürlük her zaman savaşılarak alınan bir haktır. Her ne kadar doğuştan gelen bir hak olarak kanunda yer alsa da her insan dilediğince özgür olamaz. Her zaman bağımsız olabilmek, ebedi bir mutluluktur fakat sonsuzluk kavramı bile tanımlanamazken insan gibi bir canlının sonsuza kadar mutlu olması da pek mümkün sayılamaz. Onlarca, yüzlerce, binlerce yıl sayısız insanın ölümü bile özgürlüğü getirememiştir. Birisi kaybettiğinde diğeri kazanmış ve biri yönetimdeyken diğeri köleliğe mahkum bırakılmıştır. Dwight Eisenhower’in de dediği gibi: “Özgürlük bir kere kazanılıp ilelebet muhafaza edilemez, onu her nesil, her gün yeniden kazanmak zorundadır.”
Özgür mü doğarız? Özgürlük, kimseye muhtaç olmadan yaşamak demek değil midir? Doğduğumuz, en saf olduğumuz anda bile hayatta kalmak için başkalarına ihtiyaç duyarız. Özgür doğmak bile mümkün değilken sorumluluklarımızın, beklentilerimizin ve yaşanmışlıklarımızın sayısı çoğalırken tamamen nasıl özgür olunabilir ki? Üstelik beklentilerimiz ve sorumluluklarımız doğru orantılıdır. Hiçbir zaman geldiğimiz yerle, sahip olduklarımızla yetinemeyeceğimiz gerçeği bizi her zaman daha fazlası için çalışmaya, sahip olamadıklarımız için şikayet ederek hayatı geçirmemize ve dolayısıyla yaşamak için gerek duyduğumuz enerjinin günden güne azalıp yok olmasına yol açar. Hayatın gerçekleri ve yapılacaklar listeleri arasında sıkışıp kalmamız kaçınılmaz hale gelir ve özgürlüğünden vazgeçen kimse, insanlıktan, hak ve görevlerinden vazgeçmiş demektir.
İnsanlığın oluşumundan beri yöneticiler, halk sınıfına göre daha özgür ve bağımsızdır. Bunun sebebi de halkı kısıtlayabilecek bir güce yani otoriteye sahip olmalarıdır. Halka yetecek kadar özgürlük verilir, daha fazlası verilemez çünkü daha fazlasını tecrübe etmiş kişiler yöneticilerin onlara bahşettiği hürriyetle yetinemez. Halka verilen hürriyetin yetmemesi halinde otoriteye başkaldırı ortaya çıkar ve halk seferberlik halinde herhangi bir otoriteyi yenebilecek bir güce sahiptir.
“Hürriyet ilk kök salmaya başladığı devrede, gelişmesi çok hızlı olan bir bitkidir.” – George Washington
Halkın cahilliği ve bastırılmışlığı otoritenin güçlenmesine, yöneticilerin bağımsızlıklarının daha da artarken halkın giderek ezilmesine sebep olur. Örneğin yılar önce Mısır’da yönetimin bir tek firavunda olması, firavun dışında kimsenin kendi kararlarıyla hareket edememesine ve sormadan iş yaptığı halde canıyla bu bedeli ödemesine sebebiyet vermiştir. Yani bu otoritenin doğruluğunu sorgulayan insanlar veya ömrü boyunca alınıp satılmaya, köleliğe maruz kalanlar; hayatlarını riske atmamak için susmuş ve ömürlerini emirlere uyarak sefillik içinde geçirmişlerdir.
Hürriyet; yolunda can verilebilen, milletlerin yok oluşuna ve yüzlerce yıl ayakta kalabilen bir imparatorluğun çöküşüne yol açabilecek bir husustur. Özgürlük verilmez, alınır ve hürriyet, ancak hürriyetini her gün yeniden kazanan insana layıktır.