Parmaklarımı on iki yıllık çalkantılı bir ilişki yaşadığım enstrümanın siyah beyaz tuşları üzerine yerleştirdim. Salondaki, yüzlerce dinleyiciden çıt bile çıkmıyor, bütün salon nefesini tutmuş resitali başlatacak olan ilk notayı çalmamı bekliyordu. Kaçınılmaz sonu biraz daha geciktirmek amacıyla sabırsız havadan bir nefes daha çektim içime. Bu gecikmenin bir soruna mı yahut sanatçının merak uyandırma isteğine mi işaret ettiğini kavrayamayan dinleyici arasında fısıltılar başlamıştı fakat ben hiçbir şey yapamayacak kadar çaresizdim.
Soğuk… Resitale bir hafta kalmışken çoğu zaman yaptığım gibi gerekenden birkaç saat fazla prova yaptığım o gün beni taburemden kaldıran şey soğuk oldu. Ağır hareketlerle taburemden doğrularak küçük pova odasının gereksiz ölçüde büyük penceresini kapatık tekrar yerime geçtim. Ellerimi yeniden tuşlara yerleştirdiğimde sağ elimin kontrolüm altında olmaksızın titrediğini fark ettim ve bunu aşırı çalışmaya yorarak evin yolunu tuttum. Bu önemsiz görünen olayın ise başıma ne kadar büyük bir dert açacağının sonradan farkına vardım.
Ertesi sabah kendimi elimdeki bardaktan birkaç saniye önce isteğim dışında dökülen su birikintisine bakarken buldum. Dün gece içimde oluşan şüphe kıvılcımı bir aleve dönüşmüşken benliğim böyle bir durumun gerçekliğini kabullenemiyordu. Altı gün sonraki resital ise durumu çok daha zorlaştırıyor sırtımdaki yükü daha da ağırlaştırıyordu. “Fazla vaktim kalmadı, bir an önce bu durumdan kurtulmalıyım.” cümleleri kafamda yankılandı.
Dondurucu Ankara kışında eldiven takmanın çok da şaşırtıcı olmayacağı gerekçesiyle bordo eldivenlerimi takarak evimden ayrılıp kasvetli sokağa adımımı attım. Mantığım böyle bir durumun gerçek olamayacağının tabii olarak farkında olsa da içimdeki karşılaştığım her insanın ellerime bakarak bana acıma ve kuşku dolu bakışlar attığı hissine engel olamıyordum. Endişeyle ellerimi cebime sokarak konservatuar binasından içeri girdim. Tanıdık kimseler ile iletişim kurmaktan şiddetle kaçınarak piyano odasına yöneldim.
Kapı art arda üç kez tıklatıldığında başıma gelen büyük talihsizliği kabullenmeye çalışıyor, bunun doğuracağı ve hayatımın yönünü değiştirmesi muhtemel sonuçların ağırlığı altında eziliyordum. Korkumu bastırmaya çalıştığım sırada kapıda izin beklemeksizin içeri gelmeye yeltenen Sevim göründü. Her an titreyen ellerimin dikkatini çekebileceği korkusuyla ani bir hareketle parmaklarımı tuşlardan kaldırıp bacakarımın üzerine yerleştirdim. Sessizliğin hüküm sürdüğü birkaç saniyenin ardından bir açıklama beklediğimi anlamış olacak ki konuşmaya başladı: “Dosyamı burada unutmuşum.” bu sözlerinin ardından sıcak kahverengi gözleri ile bana samimi bir şekilde gülümsese de çaresizliğin elleri boğazımdayken gülümseyişine karşılık vermem olanaksızdı. Yüzüme birkaç saniye baktı, “Sen, iyi misin? Biraz solgun görünüyorsun.” şeklinde ekledi. “Bilirsin ya…Resital öncesi stres.” büyük bir çaba harcayarak kurumuş dudaklarımın kenarlarını kıvrılmaya ikna ettim ve yeterince inandırıcı görünmeyi umdum. “Harika iş çıkaracağına eminim.” yalanıma inanmış görünerek anlayış dolu bir gülümseme ile odayı terk etti.
O anda ise on iki yıldır kendi dünyama açılan bir kapı işlevi görmüş taburede rahatsız, ne zaman pes edecek olsam kendisine sığındığım yegane enstrüman karşısında bir yabancıydım. Geleceğimi, işimi, sığınağımı, en yakın dostumu kaybetmiştim. Vedamı daha fazla geciktiremeyeceğimin farkındalığıyla parmaklarımı son bir kez daha piyanoya yerleştirdim.