Karşımızda dikilen bu görkemli ve mucizevi makinenin karşısında şaşkınlık ve hayranlıktan donakalmıştım. Böyle şeyler yalnızca filmlerde insanların başına gelir gibi hissediyordum çünkü. “Sakın bir adım daha atma!” omzumun üstünden kulağıma ulaşan bu sesle irkildim. Ayağım sanki kendi isteğiyle bir adım öne gitmişti ve artık her şey çok geçti. Zaman makinesinin beni ve arkadaşımı tarihte geçmişe doğru çıkardığı yolculuğu hem garip bir ürpertiyle hem de alttan gelen bir meraklılık duygusuyla kabullendim. Arkadaşımın hayıflanışını ve sinirlenişini hisseder gibiydim.
Belimize giren keskin bir ağrıyla uyandık. Arnavutkaldırımı sokaklardan birinde bulduk kendimizi. Uyanış o uyanış… Etrafta Arap alfabesiyle yazılmış tabelalar, Rum bayraklarının asıldığı binalar, koşuşturan insanlar; gözlerde yeşeren bin umut. Etrafta belirgin bir kaos hissi var ama alttan da gelen bir huzur dolduruyor içimizi. Çocuklar duvarlara Türk bayrağını resmediyor, pazar kurulmuş; insanlar alışveriş yapıyor. Sanki tarih dersinde uyuyakalmışız da kitaplardan birinin içine rüyaya dalmışız gibi hissettik. Arkadaşım “Şu kalabalık neye toplanmış öyle?” diye sordu. Ben de gidip bakalım, diye cevapladım. Yüzlerce kişinin oluşturduğu kalabalık arasından sıyrılıp geçtik ve nihayet sahneyi görebiliyorduk. İşte ordaydı: güven veren derya mavisi gözleri parlıyor, hitabeti kuvvetli ve kendinden emin ses tonuyla halka sesleniyordu Atatürk. Arkadaşımla göz göze geldiğimiz o an anladık ki geçmişimizin çok önemli bir yanına tanıklık ediyorduk.
Kalabalığın arasından yükselen hurra sesleri ve vatandaşların endişeli suallerine pürdikkat kesilmiş ve cevaplarını günümüzdeki haliyle içimizden gönül rahatlığıyla tekrar ederken Atamızın ve bu güzel ülkenin kurulmasına önderlik eden, emeği geçen tüm arkadaşlarının verdiği emeklerin farkına bir kez daha vardık aslında. Her düşünce yapısından toplanmış insanların büyük bir dikkatle ve umutla dinlemesi bizi gururlandırdı. Konuşma sonrasında dağılan kalabalığın aksi yönünde gidip Mustafa Kemal Paşa’yla konuşmak istediğimizi belirttik. Ne kadar dil döktüysek de olmadı, izin alamadık. İzin alamayınca yüzümüzden okunan hayal kırıklığıyla tam geri dönüyorduk ki arkamızdan gelen “Bırakın gelsinler.” sesiyle mutlu olduk ve içimizi bir heyecan sardı. Rol modelimizin ve başöğretmenimizin yanına gidecek olmanın verdiği tatlı heyecan ve gururla onu çalışma odasına kadar takip ettik.
Atatürk, “Söyleyin bakalım benimle ne konuşacaksınız gençler?” diye sordu. Durumun farkına varınca gözümüzden yaşlar boşalarak söze başladık: “İyi ki sizin kadar devrimci ve liderlik ruhu gelişmiş olan insanlar var yoksa halimiz nece olurdu bilmiyoruz. Vatan elden gidiyor ama elimizden hiçbir şey gelmiyor. Bir insan kendi vatanının parça parça bölünüşünü ve başka milletten insanlar tarafından paylaşılmasını izlerken nasıl sakin kalabilir?” Atam en babacan tavrıyla bizi sakinleştirmek için konuşmaya başladı: “Merak etmeyin, bu ülkede sizin kadar aydın ve vatan aşkıyla yanan gençler oldukça vatan daima ayakta kalacak; geleceğiniz hep umutlu olacaktır!”