Eylülün ilk günüydü, hava sıcak ve güneşliydi. Doğu’daki seyahatim bitmişti ve sonunda yaşadığım şehirdeki havalimanına varmıştım, yorgunluktan görüşüm bulanıktı ve zar zor yürüyordum. Etrafa biraz bakındıktan sonra yavaş yavaş havalimanının çıkışına doğru yürüdüm, dışarısı her zamanki gibi arabalarla doluydu. Evime giden bir otobüse bindim, bir saate yakın süre içerisinde evime varmıştım. Kapıyı açtığım gibi bavulumu ve çantalarımı ayakkabılığa doğru savurdum ve salonda koltuğa yatıp televizyonu açtım. Seyahat dönüşü o kadar yorgundum ki hiçbir şey yapmamaya kararlıydım. Bir ara yerimden kalktım ve bavulumu boşaltmaya niyetlendim. İşte o anda koltuğun altına düşmüş olan telefonum çalmaya başladı. Arkadaşım Necati arıyordu, başka bir şehirde yardımıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Necati ile tanışalı neredeyse on yıl olmuştu, onunla Niğde’nin ilçelerinden biri olan Altunhisar’da bir kafede tanıştık ve ikimiz çok vakit geçmeden çok yakın arkadaş olmuştuk.
Şu anda uzak bir yerde bir hazine bulduğunu söylüyor ve hemen evine gelmemi istiyordu. Necati daha önce böyle şakalar yapmıştı ancak sesi hiç bu kadar heyecanlı gelmemişti. Bu nedenle gitmeye karar verdim, tüm gün yatma planım bozulmuş olsa bile Necati’yi kırmak istemedim. Daha eve yerleşmemiş olduğum için hazırlanmakta pek zorluk çekmedim, ayakkabılığın yanından içinde birkaç kıyafet, termosum ve bir poşet muz olan çantamı aldım ve dışarı çıkıp Necati’nin evine doğru yürümeye başladım. Evine varıp kapıyı çaldığımda Necati heyecanla kapıyı açtı ve hemen konuşmaya başladı. Selamlaştıktan sonra içeri girdim ve birlikte salona doğru gittik. Necati salondaki masaya doğru gitti ve bende onun peşinden yürüdüm, bir şeyler söylerken masanın üstündeki kâğıtları karıştırmaya başladı. Çok hızlı konuştuğundan ne dediğini anlamakta zorluk çekiyordum. Bir süre sonra masanın üstünden hafif buruşuk ve eski bir kâğıt aldı ve bana gösterdi. Kâğıdın üstünde bir harita ve silik yazılar vardı, haritanın gösterdiği yer Kilis’in Musabeyli ilçesini gösteriyordu. Necati bana nereye gitmemiz gerektiğini ve yarın sabah yola çıkmak istediğini söyledi, ben de meraktan kabul ettim. Yarın erkenden yola çıkacağımız için o gece onun evinde kaldım.
Ertesi sabah kalktığımda mutfaktan tabak sesleri duydum, Necati kahvaltı hazırlamıştı. Çok aç olmadığım için sadece iki dilim ekmek yedim ve bir bardak çay içtim. Kahvaltıdan sonra hazırlanıp dışarı çıktık, hava serin ve bulutluydu. Musabeyli’ye Necati’nin arabasıyla gidecektik, arabası küçük, eski ve kırmızıydı. İçimden arabanın yola dayanamayacağı düşüncesi geçti ama sessiz kaldım. Musabeyli’ye yolumuz yolların durumundan çok iyi geçmedi, yolların çoğu delik doluydu ve Necati’nin arabası biraz zorlandı. Vardığımızda güneş batmaktaydı, Musabeyli’de otel bulamadığımız için geceyi arabada geçirmek zorunda kaldık. Sabah olduğunda kalkıp hazinenin peşine düştük, bu küçük köyün neredeyse tamamını gezmiştik. Öğlene yakın oturup tekrar haritaya baktık ve haritadaki silik boyadan dolayı yanlış yerde arama yaptığımızı fark ettik, harita gerçekte köyün yakınlarındaki bir tepeyi gösteriyormuş. Biraz dinlendikten sonra hazinenin olduğu yere gittik ve kazmaya başladık. Bir süre küreğim sert bir cisme çarptı, küçük bir kutuydu. Kutunun içinde kumdan başka bir şey yoktu. Necati’nin yüzünde bir üzgünlük ifadesi belirdi, kutuyu arabaya koyup eve geri döndük.
Gece Necati’nin evine vardık ve kutu alıp birlikte içeri girdik, Necati hala mutsuzdu. Elimdeki kutuyu bir şey bulmak için tekrar inceledim, üstünde bir yazı olduğunu fark ettim ve Necati’yi çağırdım. Necati geldiği gibi kutuyu elimden aldı ve üstündeki yazıyı okudu, mutsuzluğu o an sanki hiç olmamış gibi kayboldu. Kutuda “Recep Hüseyinoğlu” yazıyordu, bu Necati’nin dedesinin ismiydi. Seyahatim beklediğimden daha sonra olsa da sonunda bitmişti, Necati de ben de mutluyduk.