Diğerlerinden farksız, yakıcı güneşin tepede dikilip yeryüzünü
kavurduğu bugün de kendimi kentin sokaklarında buldum. Patronum
beni araştırma yapmak için görevlendirmişti. Kendisine sorun
yaratacak birisi yeni bir mekân açmış sanırsam. Bana da o yerin
açıklarını bulup ona söylemek düşüyor. Hangi saatler mekân boş,
hangi saatler dolu, kaçta kapanıyor, kaçta açılıyor benzeri saçma
sorulara saçma cevaplar.
Bu sorular ilk başta göze her ne kadar masum görünse de pek öyle
değiller. Patronum o mekân ile kendininkini kıyaslayıp, istatistikleri
toplayıp rakibi olan herife karşı galip gelmek için yeni satış
tekniklerinin planlamasını yapacak değil. Benim gibi sıradan çalışanlar
kendisiyle görüşemezler. Ama onunla bir kere göz göze gelmiş aptal
bile bu görevin neden gerektiğini kesin olarak bilir.
Suikast. Kendisine karşı gelen bir otoriteyi ölümle cezalandırma. Bu
devirde… Hayır, bu kentte işler böyle yürür. Zayıf olan, güçlü olanın
soytarısıdır.
“Söylemek acı verse de” diye başlayabilirdim. Ama alıştım artık.
Kendimi bu kesime ait hissediyorum. Yukarısı benim için huzurlu
değil.
Ben, zayıf olanlardanım.
Sürekli bana verilen görevleri sualsiz yerine getirmeliyim. Bunun için
yaşarım. Bunun yanında, her seferinde kusursuz iş çıkarmak
zorundayım. Aksi takdirde günü zihnim dalgalanırken yerdeki kan
pıhtılarına bakarak kapamak zorunda kalıyorum.
Aslına verilen görevler fark etmeksizin çoğunlukla iyi iş çıkarıyorum.
Hatta patron beni sevmiş olmalı ki bazı öğünler 2 ekmek ile
ödüllendiriyor. İlk gün yediğim dayağın korkusundan mıdır bilinmez,
üstüme düşen işler asla aksamaz.
Ne kadar kusursuz olursam olayım, sonuç olarak aşağıda kıvranan bir
sürüngenim sadece.
…
Aslına inanır mısınız, vazifelendirildiğim bu son seferde şans yüzüme
güldü.
Araştırmama devam edip gün gün patronuma mektuplar iletirken iki
turistin konuşmasına kulak misafiri oldum. İkisi de kentteki en kaliteli
deri kıyafetlerle kutsanmıştı. Yanlarında da birkaç tane güçlü koruma.
Nedir ki onları bu kadar değerli yapan? Benden farkları neydi?
En çok da bir tanesinin kemerindeki kılıcı takılmıştı gözüme. Savaş
için tasarlananlara kıyasla kısaydı. Dolayısıyla savaşta kullanmak için
işlevsiz. Ama çok kısa da değildi ve gerçekliğine şüphe yoktu.
Savaş tanrıçası Bellona’yı daha önceden görmesem bile o yüce kılıcın
onu andırdığını söyleyebilirim. Onda beni kendine çeken üçüncü bir
etken vardı sanki. Görüp beğenmekten katbekat fazlası.
Üstelik o kılıca zarif sarı renkli bir mühür işlenmişti. Kılıcın keser
kısmını neredeyse kaplıyor ve dışarıya muazzam bir görüntü
oluşturuyordu. Belki de kılıçtan ziyade beni çeken şey o anlamadığım
sembollerdi.
Ahh, gene kılıcın içinde kayboldum. Konumuza dönmemiz en iyisi.
O iki kodaman heriften duyduğuma göre bu kentte üçüncü bir “oyun
alanı” açılıyormuş. Hem de bu seferki normal değilmiş. Tüm oyun
alanlarının efendisi kabul edilen adamın diğer şubesiymiş bu.
Bunları duyarken gözüm hala kılıçtaydı. Muhtemelen o kılıcın büyüsü
duydurmuştu bunları bana.
Açıkçası çok saçma gelmişti. Saçma değil de… Benlik değil. Ne işim
olurdu benim oyun alanlarıyla? Bir kere orada bulunacak niteliklere
bile sahip değilim.
Aslında orada bir ağırlığımın bulunması hiç de fena olmazdı. Zaten bu
kentteki en zengin, lüks ve kusursuz hayatlar oyun alanlarındaki
insanlarla bağlantılı. Ya yönetimde olacaksın ya da oradaki namağlup
bir adam. İşte o zaman hayatın cennete dönüşür.
Yönetim benim için imkânsız. Eğer yeterli yeteneklere sahip olmuş
olsam bile sadece namağlup adam rolünde olabilirim. O vakit paraya
boğarlardı beni. Ama kolay iş değil. Canını masaya koyup ölüm kalım
savaşı veriyorsun. İşin içinde hayatın varsa tabii parası uçuk olacak.
Ama bu size canlarımızın değerli olduğunu düşündürmesin. Kaybeden
insanların ölü cesetleri daima rıhtım sularına aittir.
Oyun alanlarıyla ilgili düşüncelerimi kafamda toplayınca zihnim beni
daha da düşünmeye itti. Gerçekten kendimi dövüşlerin en tepesinde,
nihai galip olarak düşündüm.
İğrenç bir deneyimdi. Hayalini kurmak bile benim gibi böceklerin
hakkı değil. Kendimi ceset dağının zirvesinde kollarımda iki kadınla
hayal etmek hoş olmalıydı değil mi? Ama maalesef. Hayal kurma
hakkım bile alınmıştı elimden.
Ben kendimle savaşırken başka bir ben sanki adamlara dikkat
kesilmişti. Halen bakışlarımı bu kusursuz göksel kılıçtan ayırmayışımın
sebebi de o olmalıydı.
Bir yanım dinlemeye devam ederken işe yarar bir şeyler işitti. Belki
sonradan oturup düşünsem o bilgiyi edindikten sonra yapacağım
hareketin saçma oluşu tartışılmazdı. Ama o an, beni delice o harekete
iten şey duyularımdı. Karşı konulmaz etkenler beni ona sürüklüyordu.
Kılıcı takan herifin ağzı laf yapmaya devam ediyordu:
“Eminim ki bizler güçlü marabalar olacağız. Projeyle alakalı herhangi
bir sıkıntım yok. Ama sizce de katılımcılara talep edilen altın sikke
sayısı birazcık fazla değil mi?”
O an gözbebeklerim büyüdü ve ağzım paranın haberiyle şeytanice
kıvrıldı. Bir altın sikke için canımı satar, ruhumu ortaya koyardım. Bu
adamsa sayılardan bahsediyordu. Ne aptal ama, halka açık bir yerde
böyle bir şeyden bahsetmek…
İşin içinde altın olduğunu öğrendiğimden sonraki 2-3 saniye boyunca
adamı delice katledip parasını gasp etmeyi arzuladım. Muhtemelen
buna devam edecektim ama bu altın sikkeleri yasal olarak
kazanmanın koşullarını öğrenmek üzere olmam kafamdaki korkunç
bulutları dağıttı.
Kılıçlı adamın sorusuna yanında yürüyen diğer asil cevap verdi:
“Efendi Crudelit’e göre bunlar hedefimizin yanında küçük sayılar.
Endişeniz olmasın, paralar bizzat bizim kasamızdan çıkacak. Ayrıca
halkımızdan katılım gösterecek sayılı kişiler canlarını ortaya koyuyor
olacaklar. Candan değerli ne var? Sunduğumuz para halkımızın
kalplerini karşılamaya yetmez. Bu yüzden katılışlarına minnettar
olmalıyız.”
Dedi ve ardından ikisinden de yapmacık kahkahalar duyuldu.
Arsız herif, söylediklerinin hiçbir anlamı yok. Hepsi halkı köle yerine
koyan korkunç insanlar. Şakalarında bile halklarının canları söz
konusu. İğrençlik gerçekten hat safhada.
Ama hiçbiri benim umurumda değil. Tek umduğum salyam akmaya
devam ederken şu lanet katılışın nasıl yapıldığını öğrenmek.
Bir altın sikke bile beni bu sefalet hayattan kurtarırdı. Sözü ağır, sert
bakışlı salak patronumun işini parmağımın ucunda oynatırdım.
Aklımın almayacağı zenginliklerle buluşurdum. Bu olasılıklar beni
durmaksızın titretiyordu.
Adamların konuşması nihayet bitti. Almam gereken bilgileri fazlasıyla
almıştım. Salyam duruluğa ermiş olacak ki kendiliğinden durmuştu.
Suratımdaki korkunç şeytanice gülüşün yeriniyse saf mutluluk almıştı.
Etrafımdaki anlayamadığım tanrısal hisler beni git gide daha çok
teşvik ediyordu.
Hemen yönümü değiştirdim ve gitmem gereken yere doğru yol aldım.
Görev rotamdan ayrılmıştım ve dakikalar boyu emirlere sadık
kalmamıştım.
Kim takar ki? Artık zengin sayılırım!
…
Tarif edilen yolu takip edip oyun alanına varmıştım. Mimarisi
muhtemelen kentteki her yapıdan daha büyük ve gösterişliydi.
Devasa bir daireydi. Çevresi bu kadar büyükse içerisi ne kadardı kim
bilir. Duvarın rengi açık sarıydı ve o sarıya kıyasla koyu kalan bir sarı
tonuyla üzerine garip semboller işlenmişti. Bazı yerler eski
görünüyordu ama bu eski görünüşün kasten bırakıldığı ortadaydı.
Yapının yeniliğinin yanında geçmişle de bir ilişkisi olduğunu sembolize
ediyor olmalıydı.
İnsanlar girişleri tıklım tıklım doldurmuşlardı. Çoğu güçlü, cüsseli
insanlardı. Aynı anda girişteki bir oyuğa akın ediyorlar, masada
oturan herife yalvarıp taleplerini sunuyorlardı.
Olayların ne olduğunu öğrenmek için etrafı gözledim. Sonrasında
herkesin elinde bulunan ve her duvara asılmış kâğıt parçasına
ulaştım.
Üzerinde bu oyun alanının tamamen yeni bir şekilde işleyecek olduğu
yazılıydı. Sadece yarışmalar için kurulmuş vesaire vesaire… Kafam
hepsini alacak halde değildi. Tek ilgilendiğim katılım şartlarıydı.
“
-Bir katılımcı olmak için zararlardan feragat anlaşması kan ile
mühürlenecek.
-Yargılama içi süreç diğer oyun alanlarıyla birebir olacak.
-Hakeme itiraz etmek, elenmeye sebep olur.
-Dışarıdan teçhizatlı gelmek serbesttir. Fakat yargılama esnasında
izleyicilerle iletişime geçmek, onlardan teçhizat desteği almak
elenmeye sebep olur.
-Sözleşmeyi imzalayan kişilere anında 1 Altın Sikke tahsis edilecek.
-Yargılamalarda başarı oranına bağlı olarak Altın Sikke miktarı
artacak.
-Ücretler yarışmanın bitiminde ödenecek. “
Beynimin eridiğini hissediyordum. Sadece bu kadarcık şey yaptıktan
sonra hayatım değişecekti gerçekten! Gülümsemem bir an bile
dinmemişti, aynı zamanda artmamıştı da. Suratımdaki ilk değişim ben
maddeleri okuduktan sonra gerçekleşti. Artık sadece
gülümsemiyordum. Ağzım akıl almaz şekilde genişlemiş, dişlerim
görünür hale gelmişti.
Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar mutlu hissediyordum kendimi.
Kendimce çok mutlu olsam da eminim ki dışarıdan bakan birisi
benden korkacak ve geri çekilecektir.
Benim gibi hisseden diğer heriflerin akın ettiği yere koştum ve
önümdeki kalabalığı yararak masaya ulaştım. Masada bana ters ters
bakan herif seçimleri dikkatli yapıyor olmalıydı ki çoğu kişiyi benden
önce geri çevirmiş. Herkes suratlarındaki hayal kırıklığıyla beraber
kovulmuş buradan. Keza durum diğer masalarda da öyle.
Herif bana birkaç saniye boyunca gözlerini dikti. Ben hiçbir şey
sormadım, o da söylemeye tenezzül etmedi. Kaşlarım seğiriyordu.
Soğuk terlerimin damlayışını ensemde hissediyordum. Ama
övündüğüm suratımdaki korkunç gülümseme yerinde duruyordu.
Birkaç gergin saniyenin ardından herif gülümsedi ve bana belgeyi ve
bıçağı uzattı. Arkamdaki ve yanımdaki herifler benim kabul edilişimin
kıskançlığıyla yanıp tutuştular. Homurdanışlarından belliydi.
“Hiçbiriniz benim ilgime hedef değilsiniz! Ezik herifler!”
Sesim çıktığı kadar gürledim onlara. Artık hayatım değişmişti. Zengin
olmuş köşeyi dönmüştüm. Siz haşereler benim için hiçbir anlam ifade
etmiyorsunuz artık!
Bağırışımın ardından adama döndüm ve bıçağı sertçe elinden aldım.
Tereddüt etmeden baş parmağımı ikiye kestim ve yumruğumu
sıkarak içindeki kanı belgeye damlattım.
Hayatımda daha önce bu kadar huzurlu hissetmemiştim. Her şey çok
daha renkliydi artık.
Adam kâğıdı arkasındaki birine uzattıktan sonra gülerek bana birisini
işaret etti. Ben de adama tanrıya etmediğim kadar teşekkür ettim.
Beni kurtaran o adamdı. Yukarıdan her şeyi keyfine göre izleyen,
sadece izleyen amaçsız yaratık değil!
İşaret ettiği gardiyana doğru yürüdüm. Boyu uzundu ve yapıca
güçlüydü. Buranın koruması olmaya layık birisi gibi görünüyordu.
Beni uzunca karmaşık koridorlardan geçirdi ve dairenin içini gösteren
zincirlerin arkasındaki bir duvara yapışık ahşaba oturttu.
Yargılamaya kadar burada beklememi söyledi.
“Zincir açıldığında oraya çıkacaksın.”
Kafamı onaylar şekilde salladım ve beklemeye koyuldum.
Etrafımda kesici ve delici aletler vardı. Uzunca kılıçlar, devasa
baltalar, gürzler, mızraklar ve sayısız kalkan.
İçeriye girerken hangisini alacağımı seçmiştim bile. Ortanca bir balta
ve en sağlam kalkan. Burada bulunan ilk kişi olduğum için şanslıydım.
…
Aradan saatler geçti. Susuz ve aç şekilde oturmuş bekliyordum.
Yanıma ne birisi gelmiş ne de gitmişti. Ama eminim ki sonu bunlara
değecek. Emeklerimin karşılığını alacağım.
Yorgun ve şekilsiz bir surat hakimdi bedenime. Ne zaman kurtulmuş
olduğumu düşünsem ağzım yay gibi kıvrılır bir süre sonra da eski
haline dönerdi. Bu sürekli tekrarlanıyordu.
…
En sonunda zincirler açıldı. Hızla ayağa kalktım. Bacaklarım ve ellerim
titremeye başladı. Heyecanlanmıştım. Kim heyecanlanmazdı ki?
Titreye tireye yürüdüm ve birkaç adım sonra titremem yerini sade
hızlı kalp atışlarıma bıraktı.
Buradan çıkmam gerekiyordu. Gözüme kestirdiğim kalkanı aldım ve
açık zincirlere yakın yerden baltamı aldım.
Babam benimle gurur duyuyor olmalıydı. Bana geçirdiği oduncu
yeteneklerimi gösterme vaktimdi. Eğer beni izliyorsa eminim
şimdiden mutluluktan gözyaşlarını dökmeye başlamıştır.
Zincirlerin açılışından birkaç dakika geçti, o sırada teçhizatlarımı
edinmiştim. Geçitten içeriye parlak ışıklar vuruyordu. Dışarıda ne
olduğunu göremiyordum.
Diğer yandan da birbiriyle karışık sesler kulağıma çarpıp yırtıyordu
sanki. Eğer bir karıncanın ayak seslerini işitebilseydik muhtemelen
böyle duyuluyor olurdu.
Yüzümü sarstım ve göğsümü dikleştirdim. Sert adımlarla ışığa doğru
yürüdüm.
…
Zincirleri aştığım zaman gözüm inanılmaz bir kamaşmaya maruz kaldı.
Kalkanımı taktığım kolumu tamamen güneşi engellemek için
kullandım. Bu kamaşma ışığın yoğunluğundan değil de benim karanlık
ortamdan gelmiş olmamdan kaynaklanıyor olmalıydı.
Çevreyi algılayabilir hale geldiğimde etrafıma bir göz attım. Devasa
alanın kenarları basamaklarla şekillendirilmiş, her basamağa binlerce
kişinin oturması için oyuklar açılmıştı.
Kaç kişi vardı burada böyle? Hayatımda bu kadar insanı hiç bir arada
görmemiştim. Başkentin sefaleti arasında hayatta kalıyor olabilirim
ama bu gerçekten hiç normal değil. Her şeyden öte, kentte bu kadar
insan var mıydı ki?
Kavrayışımın ötesindeki bu insan sayısı hakkında düşünürken birkaç
kilometre uzakta, karşımda duran uzun boylu herifi gördüm. O da
benim gibi dairenin içindeydi. Sadece ikimiz vardık. O ve ben.
İyi de bunca insan bizim dikilişimizi izlemek için mi toplanmıştı? Hayır,
imkânsız. Durumun üstünden biraz geçince fark ettim ki ben şu an bir
oyun alanındayım. “Oyun alanı” …
Dehşetle irkildim ve dizlerimin kuvvetini kaybedip yere düştüm.
Kalkanım ve baltamı elimden fırlatıp sürünerek yöneticinin oturduğu
kısma doğru gittim. Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Bunlar ne
üzüntüden ne de mutluluktan yapılmaydı. Bu gözyaşlarımın sebebi
saf korkuydu.
Vücudumdaki her adelenin başından sonuna kadar titreyişini tecrübe
ediyordum. Normal bir insanın yapamayacağı kadar hızlı terliyor,
hareketlerimi kontrol edemiyordum. Artık bedenimi hareket ettiren
şey düşüncelerim değil duyularımdı. Saf korkunun baskısı.
Dizlerimin üstünde dururken salyalarımı fışkırtıyordum. Ellerime
havayı sayısız kes kesip tepedekilere laflar savuruyordum.
“BU ARENANIN İÇERİĞİNİN FARKLI OLACAĞINI SANIYORDUM.
BURADA DÖVÜŞECEĞİMDEN HABERSİZDİM! YALVARIRIM BENİ
BURADAN ÇIKARIN. NOLUR, NOLUR, NOLUR!”
Sahiden de bunun böyle olduğunu düşünüyordum. O büyüleyici kılıca
sahip herif bundan bahsetmemiş miydi? Kendi kafamdan uydurmuş
olamam.
İstemsizce başımı kuru kuma yapıştırmış onlardan merhamet
dileniyordum. Ne acınası ama…
O sırada her şeyin başındaki yöneticinin tok sesinden cevap geldi:
“Yargılama içi süreç diğer oyun alanlarıyla birebir olacak.”
Kafamı dikleştirdim ve onun duygusuz gözlerine bakışlarımı diktim.
Çenem düşmüştü, dehşete bulanmıştım. Gözbebeklerim bir nokta
kadar küçüldü. Ve yuvalarından çıkmak istercesine bir oraya bir
buraya hareket etmeye başladılar. Bu sefer titreyen
vücudumunkinden daha üstün bir titreşimi içimden hissettim.
Arkamdan bana yaklaşan adım sesleri duydum ve garip bir yakarış
sesiyle kafamı çevirdim.
Aramızda mesafeler bulunan adam ben konuşurken mesafenin
çoğunu kat etmişti bile. Giderek daha da yaklaşıyordu. Böyle giderse
bana ulaşacaktı.
Hiçbir etkisi olmuyor olsa bile aciz bacaklarım kendini arkaya sürmeyi
deniyordu. Ben yerimden milim hareket etmezken onlar pes
etmiyordu.
Uzun boylu adam elindeki kamçıyla bana doğru yürüyordu.
Yüzündeki garip metalik maskeden yüzünü göremiyordum.
Yüksek sesle iletişime geçebilir mesafeye ulaşmıştı. Kollarımı kendime
siper ederek bu sefer adama yalvarmayı denedim.
“BAĞIŞLA YALVARIRIM. BİR YANLIŞ ANLAŞILMA SONUCU
BURADAYIM, SENİN RAKİBİN OLAMAM. ONLARA DA BUNU SÖYLE VE
BENİ BURADAN ÇIKART. BEN DÖVÜŞMEYİ BİLE BİLMİYORUM!”
Sözlerim adamın üstünde hiçbir etki bırakmıyordu. Sanki her şeyimi
kattığım duygu dolu sözler kalkanından geri sekiyordu.
Adam bana yaklaştıkça çevremdeki karınca sürüsünün bağırışı
artıyordu.
Adamın adımları her seferinde bir öncekine göre daha da büyüyor ve
hızlanıyordu.
Silahının menziline girdim. Merhametini almak için bu son şansımdı.
“BEKLE! ÖNCE BİRAZC–”
Dehşet dolu yüksek sesim bir kırbaç sesiyle kesildi.
Beynimi gıdıklıyorlarmışcasına çığlık attım.
“AAAAAAAGHHHHH… AAA.. HH.. Ha, ha, ha…”
Adamın elindeki kamçı sağ kolumu deşip geçmişti. Sadece bir kamçı
olduğunu düşünmüştüm. Adamın aklındakinin beni kamçıyla işkence
ede ede öldüreceğini de düşünmüştüm. Ama yanılmışım.
Bu herifin beni öldürmek için defalarca kamçı sallamasına gerek yok.
Halihazırda sağ kolumun kaba kısmı tamamiyle açılmış ve kanlar
boşanır hale gelmişti.
Ben aldığım yarayı kavrayamadan adam ilk vuruşunun ivmesini
kullanarak sol koluma başka bir vuruş yaptı.
Gene o dehşet dolu çığlığımı attım. Hiçbir işe yaramıyordu. Ne
seyirciler ne yönetim ne de karşımdaki canavar. Hiçbiri bana
merhamet göstermiyordu.
Bağırmak çözüm değildi ama engel olamıyordum. Bu durumdan beni
kurtaracak tek çare çıkıp erkek gibi dövüşmekti. Çığlığımı kestim ve
onun yerine dişlerimi sıkmaya başladım.
Acı öyle yoğundu ki, dişlerimin tek tek kırıldığını kafamın içinde
duyabiliyordum.
Ama bunlar önemsiz. Hayatta kalmalıyım. Ne olursa olsu–
Ben ayağa kalkmaya çalışırken bu sefer bacağımı hedef alan bir darbe
savundu.
Yere düştüm ve gözlerim tekrar yaşlarla dolmaya başlamıştı.
Neden karşılık veremiyordum? Neden hiçbir şey yapamıyordum?
Gerçekten çok zayıftım. Neden, neden, neden, neden???
Sözlerim anlamsız, direnişlerim çaresizdi.
Tek yapabildiğim şey dolu gözlerimi adama dikip çığlık atmaya geri
dönmekti.
Ve adam savurdu. Savurdu, savurdu, savurdu.
Her seferinde ses tellerim yırtılana kadar bağırdım. Daha bir
bağırışımın doruk noktasına ulaşamadan başka bir savuruş beni
kesiyor, yeni bir çığlık atmama sebep oluyordu.
Bu çığlıklarım niyeydi? Bir sonucu olmayacaksa neden çığlık
atıyordum?
Tanrı. Tanrı’nın varlığı delice hayatta kalma arzusuyla beraber belirdi.
O sırada dua ettim. Küçükken annemin yemeğe başlamadan tanrıdan
bereket ve huzur dilediği gibi ben de ikinci bir şans diledim. Hayatta
kalmak, canımı geri almak.
Bedenim çığlıklarına ve kıvranışlarına devam ederken kafamın içi bir
çözüm arıyordu, açık bir kapı…
“Eğer ikinci bir şansım olsaydı… Ben kesinlikle–”
Adam kamçısını son kez savurdu. Savuruşunun ardındaki bir saniyelik
kesintiyi tatmak mükemmel hissettirmişti. Huzur… Bir saniyeden de
az olsa rahatlama hissi.
O bir saniye, iki olmuştu. Sonra dört, ardından beş.
Adamın neden darbelerini kestiğini şimdi anladım.
Boğazımdan kanlar boşanıyordu. Vücudumun hayati olmayan,
tamamen acı çektirmek için açılmış yaraların sebep olduğu kanların
arasında kamufle oluyordu bu kan. Ama diğerlerinden çok daha açık
renkli ve akışkandı.
Vücudumdaki tüm kuvveti kaybettim. Boynum çaresizce yere düştü.
Bedenimi kaybetmiş olsam bile bilincim hala yerindeydi. Gözümün
yavaş yavaş kapanışını. Yerdeki kanın yanağıma yapışışını
hissediyordum.
“Uzak ve imkânsız görünen bir şey, bir anda yakın ve mümkün
olabilir.”
Bilincimin son kırıntılarıyla kendi içimde güldüm. Dudaklarım hareket
etmese bile.
“Hahaha, eminim bu sözü söyleyenler de en az bu söz kadar
aptaldır.”