“Çok uyumak kaçmaktır, uyuyamamaksa yakalanmak.” demiş Freud. Ne garip ki insanoğlu yaşamını kocaman bir belirsizlik içerisinde geçirip gidiyor. Hayatını, yaşamını, geleceğini, başına gelebilecek en ufak bir olayı dahi bilemiyor. Koca bir çaresizlikle dolu yaşamında eriyip gidiyor. Kimisi ölümden korkan bir hale geliyor, kimisi ise ölümü arzular hale…
Çocukken bilmezdik neyin ne olduğunu. Büyüyünce anlıyoruz gerçekleri, farkına varıyoruz her şeyin. Önümüzü göremiyoruz, yolu bulamıyoruz, oradan oraya sürükleniyoruz mecburi… Hayat, ellerimizden kayıyor biz tutmaya çalıştıkça. Kimimiz başarsa da, kimimiz yavaş yavaş çürüyoruz. Öğrenmek acı veriyor, hayatın yavaş bir biçimde solmaya başlıyor. Sen bile nasıl o hale geldiğini anlayamadığın bir halde buluyorsun kendini. Bitiyorsun, tükeniyorsun, çürüyorsun ve hatta belki de yavaş yavaş ölüyorsun. Kimse anlamıyor, duymuyor, görmüyor. Belki de sen iyi saklıyorsun bütün hissettiklerini. Bir maske takıyorsun, bir daha çıkaramıyorsun. Bir bağımlılık gibi peşini bırakmıyor o maskeler. Belki de sadece böyle güvende hissedebiliyorsun. Fakat bir gün geliyor ki o maske paramparça olup kırılıyor. Sen yenisini yapmaya çalışıyorsun ama buna harcadığın güçle biraz daha çürüyorsun içten içe. Bazen farkında oluyorsun, bazense öyle bir an geliyor ki ben kendime ne yapmışım diyorsun. Kendini kaybediyorsun yavaş yavaş, bitiyorsun.
Yorgun bir vücut taşıyorsun, belki de yorgun bir kalp ve kafa. Kaçak istiyorsun tüm bildiklerinden, bilmediklerinden, öğrendiklerin ya da öğreneceklerinden. Kabullenemiyorsun başlarda, ağır geliyor. Bir kaçamak arıyorsun kendine, aynı uyku gibi. Saatlerce uyuyorsun ama hala yorgunsun. Kimse anlamıyor neden bu kadar uyuduğunu, kör oluyorlar sana karşı. Onlar sana kör oldukça sen biraz daha uykuya sığınıyorsun, çünkü bulunduğun yere sığamıyorsun. Ama gün geliyor ki tekrar bir şeyler oluyor ve sen gerçeklerin biraz daha farkına varıyorsun. Bu sefer kaçamıyorsun, çünkü artık kaçmak için bile en ufak bir gücün kalmamış. Beynindeki sesler susmuyor, teslim oluyorsun. Her geçen gün, o düşünceler biraz daha içten içe yiyor seni ve bu sefer boyun eğiyorsun. Batıyorsun bir bataklıkta ve oradan çıkmak için çırpınırken son nefeslerini alıyor gibisin. Yani boşa bir çaba…
Gece koyuyorsun yastığa kafanı fakat kafandakileri bir yere koyamıyorsun. Gözünü kapattığın andan itibaren başlıyor bütün kafandaki hiç durmayan ve susmayan sesler. Düşündükçe daha derinden bitiriyorsun kendini, kendini bitirdikçe düşüncelerin daha derinleşiyor. Bir döngüde çürüyüp gidiyorsun, uykular sana haram oluyor. Yere göğe sığmıyor göğsün, atmak istiyorsun kendini bir yerlere ama yapamıyorsun. Geçmişe gidiyorsun iyice, özlüyorsun rahat bir şekilde uyuduğun geceleri. Kabusları bilmemeyi, mutlu olmayı, kendini kaybetmediğin zamanları özlüyorsun ama biliyorsun ki artık her şey için çok geç. O rahatça uyuyabilen, mutlu, huzurlu ve güvende hisseden o çocuk yok artık. Artık kendin için en büyük tehlike sen oluyorsun.
Bazılarımız düşe kalka -ya da kalkamaya da diyebiliriz- yaşayan ölüleriz, bazılarımız ise düşüp bir daha yaşayamayacak olan toprağın altındaki bedenleriz. Kimisine ölüm bir ödül gibi geliyor, kimisinin ise bu ödülü beklemeye bile takatleri olmuyor ve bu ödülü -kişiden kişiye değişir- kendilerine vermeye kendileri hak tanıyorlar. Uykular zehir, geceler dost; gündüzler talan, insanlar hançer oluyor. E durum bu olunca da madem uykular haram oldu, “Bari sonsuz bir uyku çekelim ve bu acı bitsin.” diyorlar. Ayrıca bu kişileri anlayan biri olan Gorki’nin de dediği “Ne kadar az bilirsen, o kadar iyi uyursun.” lafı doğru bir şekilde açıklar neden bu kadar uyumak istediklerini.