Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken; ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken eski zamanlarda adı sanı unutulmuş bir köy varmış. Bir gün ailemle uzun bir yolculuğa çıktık ve yolda biraz soluklanmak istedik. Sağa sola bakarken, ben terk edilmiş birkaç ev gördüm. Merak ettim ve babamla oraya doğru yürüdük ve gördük ki gerçekten terk edilmiş, unutulmuş bir köydü burası.
Bir ev dikkatimi çekti, bacasından duman tütüyordu. Babamla kapısına vardık, çaldık kapıyı. Yaşlı bir dede açtı kapıyı, biraz mutlu ama hüzünlüydü aynı zamanda. Bizi evine davet etti, kırmadık onu ve girdik içeri. Bir de yaşlı bir nine vardı, ama o yatıyordu, hasta ve yorgundu. Babam sessizce eğildi, yaşlı dedeye ninenin nesi var diye sordu. Yaşlı adam cevap verdi:
“Biraz hasta, dün tarlada epeyce çalıştı. Yapma etme desem de beni dinlemedi. Süt sağdı tavuklara yem verdi, inekleri doyurdu, yemek yaptı. Benim hanım fedakârdır oğlum.”
Ben biraz hüzünlenmiştim, kimseleri yok mu acaba diye düşüne düşüne daldım. Sonra elini tutup öptüm yaşlı dedenin. Babam birkaç gün misafiriniz olabilir miyiz, diye sordu. O da memnuniyetle kabul etti. Annem yaşlı nineye yardım etti, yaralarına baktı. Annem doktordu bu arada.
Akşam oldu, yattık tabii. Sabah horozlar ötmeye başladı, uyandım ve dışarı çıktım. Bir de ne göreyim, yaşlı dede bize kahvaltı hazırlamış en doğalından, mis gibi kokuyordu her şey. Çok güzel bir tatil geçirdik üç günü ama sanki yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim Salih Dede’yi ve Ayşe Nine’yi. Artık sürekli ziyaret edeceğiz onları, söz verdi babam, ben de mutlulukla ayrıldım oradan.