Aylin, yıllardır hayalini kurduğu yerdeydi. O, en büyük tutkusu olan resim yapma isteğini gerçekleştirmek için Paris’e gelmişti. Şehrin büyüleyici sokakları, tarihi yapıları ve sanat dolu atmosferi onu adeta büyülemişti. Bir sabah Montmartre’da, Sacré-Cœur Bazilikası’nın tepesine çıkmaya karar verdi.
Merdivenleri tırmanırken etrafına bakındı. Paris’in manzarası, Seine Nehri’nin kıvrımları ve uzaklardaki Eiffel Kulesi… Ancak en etkileyici olanı, Sacré-Cœur’ün tepesinden gördüğü şehir manzarasıydı. Aylin, o an karşısında durdu ve soluğu kesildi.
Renklerin dansıyla bezenmiş şehir manzarası onun için tarifsizdi. Şehrin her bir köşesindeki binalar, insanlar, sokak sanatçıları ve rengarenk çiçek tezgahları ressamın yüreğine dokunmuştu. O an, resim yapmak için doğduğunu hissetti.
Elindeki boya kalemlerini ve tuvalini çıkardı. Gözleri, manzarayı ince ince işlemeye başladı. Ressamın ruhu, fırçasının izlerinde can buluyordu. Her vuruş, tutkusuyla dans ediyordu. Saatler geçti, ancak Aylin dalmıştı, onun dünyası yalnızca tuvaldeki renklerle var oluyordu.
Sonunda, işini bitirdiğinde etrafına baktı. O an, kalbinin çarpmasını duydu. Gördüğü manzara, onun için bir şaheserdi. Rengarenk sokaklar, insanlar, sanatın dokunduğu her nokta… Aylin, içinden geçen duyguları ifade etti: “Gördüğüm en güzel şeydi.” Ve o an, resmini imzalayarak, bu unutulmaz anı ölümsüzleştirdi.