Aylardan Eylül, gece yerini gündüze bırakıyordu. Hafifçe esen rüzgar hem içini titretecek kadar serin hem de içindeki tarifsiz huzuru tatmin edecek kadar ılıktı. Yeni günün habercisi olan güneş, yavaş yavaş kendini göstererek yeryüzünü aydınlatıyordu. Bu denli güzel olan an elindeki kahvenin tadını bile değişmişti sanki.
Camın kenarından ayrılıp yüzünü salonun ortasındaki beyaz kuyruklu piyanoya döndü. Elindeki kahveyi sehpaya bırakıp piyanoya doğru yöneldi. Ellerini piyanonun tuşları üzerinde gezdiriyordu. Yavaşça tabureye oturdu ve bir şeyler çalmaya başladı. Ne çaldığını kendi de bilmiyordu. Sadece içindeki duygu karmaşasının nasıl bir şeye benzediğini duymak istiyordu. Bu karmaşayı çözmek için her birine anlamlar yükledi. Birbirinden farklı onlarca duyguyu kulaklarına da duyurmak istiyordu.
Dışarıya adımını attığında güneşin tam anlamıyla doğduğunu fark etmişti. Yanına aldığı güneş gözlüğünü gözüne taktı ve bisikletine bindi. Önce yavaş yavaş ilerlemeye başladı. İnsanları görmek ve onların neden bu erken saatte dışarıda olduklarını anlamaya çalışıyordu. Kimisi güzel havayı içine çekerek koşu yolunda koşuyordu. Kimisi de kıyafetlerinden anlaşıldığı üzere işe yetişmek için koşuşturuyordu. Aslında hayat da tam olarak bu değil miydi? Hızlıca akıp geçen zamana ayak uydurmaya çalışan bizler ama bunun farkında bile olmayan günler, haftalar ve yıllar…
Bisikletiyle yavaş yavaş hızlanıyordu. Hızlanmanın etkisiyle saçları geriye doğru savruluyordu. Artık yoldaki insanları silik bir biçimde görüyordu. Kafasını bir anlığına sağa çevirdiğinde denizin mavisi onu karşıladı. Bu maviliği daha çok görmek istediği için bisikletinin frenine bastı ve en yakın banka doğru ilerledi. Dalga sesinin rahatlatıcı bir etkisi olduğunu fark etmişti. Gözlerini kapattı ve bambaşka bir yerde hayal etti kendini. Gerçekten olmak istediği bir yer vardı aslında. Sahnedeyken kimseyi aldırmadan piyanosunu çalmak. Kalabalığın içinde yalnız kalmak olarak adlandırırdı bu hayalini. Her düşündüğünde ister yüz kişi ister bin kişi olsun yine de o salonda yalnız hissederdi kendini. Çünkü hala içindeki 7 yaşındaki küçük kız çocuğunu kimse tanımıyordu. Bu nedenle kendini insanlardan soyutlamak hep daha kolayına gelirdi.
Gözünü açtığında aslında bu olmak istediği yerin onu çok da mutlu etmediğini fark etti. Ne zaman hayal kurarsa olduğu yeri unuturdu. Anı yaşayamazdı. Zaten bu çok hızlı geçen zamanı yakalaması daha da zorlaşırdı. Unutulmayacak anların gerçek olması gerekirdi. Tıpkı şu anki gibi. Yoldan geçen çocuğun, annesine elma şekeri alması için ısrar etmesi, neden üzüldüğü bilinmeyen kızın gözyaşlarını çekinmeden dökmesi ve el ele tutuşan çiftin birbirlerine aşkla bakması…
Bunları üçüncü bir gözle izlemek bile emsalsiz bir şeydi. Hayatın, sevinç ve üzüntü başta olmak üzere bin bir tane hali olduğunu hatırlatıyordu insanlara. Bunların tecrübe edilmesi de (en kötüsünün bile) aslında bizlere verilen her günün unutulmayacak kadar eşsiz olduğunu kanıtlıyordu.