UFUKDAKİ SAHİL

Sakin bir yaz akşamıydı, hava ılık ve rüzgarsızdı. Deniz bir çarşaf misali hafifçe dalgalanıyordu ve gökyüzü batan güneş ile birlikte turuncudan toz pembeye, toz pembeden açık maviye geçiyordu. Plajın altın kumu hala ayak izleri ile doluydu ve kalan son ziyaretçiler bu eşsiz manzarayı fırsat bilerek eşyalarını toplamayı bir yana bırakıp fotoğraf çekmeye başlamışlardı. Ziyaretçilerden birinin köpeği ise neşeli bir biçimde suyun sığ kısımlarında koşturuyordu. Plajın başından sonuna kadar bir sürü beyaz ve mavi çizgili şemsiyeler dizilmişti. Şemsiyelerin çoğunun üzerine birer martı tünemişti, kimisi gözleri kapalı kestiriyordu, kimisi ise gün batımının son anlarının tadını çıkartıyordu.

Plajın başında yer alan ufak, sarmaşıklarla kaplı ve leziz kokular yayılan restorana yavaş yavaş akşam yemeği için müşteriler toplanmaya başlamıştı. Ufak işletmenin terasının tepesinden ipin üzerine dizilmiş ampuller ortama loş bir ışık saçıyordu. Plajda yalın ayak yürüyen, bir yandan elleriyle gün batımına doğru uçan martıları gösteren yaşlı bir çift vardı. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı ve o pembemsi renk ufukta incecik bir çizgi olarak gözüküyordu, yerini artık açıktan koyuya doğru giden bir mavi almıştı, mavinin koyulaştığı bölgelerde yıldızlar uzun bir geceye hazırlanır gibi sönük bir şekilde yanıp sönmeye başlamıştı. Denizin tekrar hareketlenmeye başlayan dalgalarla beraber kıyıya çarpış sesi şiddetlenmişti. Artık restorandan çatal bıçak sesleri, sessiz sohbetler ve yavaş canlı müzik sesi geliyordu. Garsonlar oradan buraya sipariş alıyor, ellerinde renk renk ve kenarında bir dilim kesik limon olan içecekleri insanlara uzatıyorlardı. Artan rüzgar ile birlikte uzun palmiye ağaçlarının yaprakları her yöne savruluyor, birbirlerine değdiğinde huzur veren bir ses dalgaların seslerine eşlik ediyordu. Güneşin ufukta kaybolmasıyla beraber dolunay kendini göstermeye başlamıştı, gümüş parıltısı ile denizin üstünde ince bir kısmı aydınlatıyordu. Kenardaki çalılardan birkaç çekirge neşeli bir ritim tutturmuş, tempolu bir biçimde ötüyordu. Artık ziyaretçiler toparlanmıştı ve arabalarına doğru ilerleyip plajdan ayrılmışlardı. Onların yerini çok geçmeden bir grup genç aldı; gençler öncelikle uzunlu kısalı kuru dal toplamış, ardından da dalları birbirinin üzerin dizip kibrit yardımıyla onları tutuşturmuştu. Gençlerden bir tanesi büyük bir çantanın içinden teleskop ve teleskopun parçalarını çıkarıp kurulumuna başlamıştı. Restorandaki müziğin temposunun artması, dolunayın iyice yükselmesi ve gençlerin ateş başında tatlı tatlı sohbet etmeleriyle gecenin keyfi arttıkça artıyordu ama ne yazık ki her güzel şeyin sonu olduğu gibi bu akşamın da bir sonu vardı.

Ateşler söndürüldü, müzik yavaşladı, yıldızlar tüm gücüyle parlamaya başladı. Restorandaki müşteriler dağıldı ve ipin üzerine dizili ampuller söndü. Arkadaş grubundan geriye kalan tek kişi teleskobun sahibi idi. Genç adam gayet uzun boyluydu. Dolunayın aydınlattığı kabarık saçları gecenin rüzgarına direniyordu. Yüzünde yumuşak bir ifadeyle hırçınlaşan dalgaları dinlerken, teleskobunu gökyüzüne, aya doğrultmuştu. Üzerindeki kraterleri, çukurları ve lekeleri inceliyordu. Ay gerçekten o akşam çok güzeldi. Genç, son bir kez aya bakıp iç çekti ve teleskobunun ayaklarını katlayıp parçalarına ayırdı, hepsini çantasına koyup aya arkasını döndü ve yola koyuldu. Artık plajda duyulan tek ses çekirgelerin ötmesi ve dalgaların kıyıya vurmasıydı. Ay artık yalnız kalmıştı ve gökyüzünde ağır ağır ilerliyordu. Kim bilir, belki de burada yalnız olmaktan sıkılmıştı ve başka bir plaja doğru yol alıyordu. Ayın gitmesiyle beraber plaj karanlıkta kalmıştı. Yapılacak tek şey, güneşin tekrar onları aydınlatmasını beklemekti.

(Visited 48 times, 1 visits today)