Türkiye Cumhuriyeti’nin Evladı

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken iken eski zamanlarda adı sanı unutulmuş bir köy varmış. Ben de bu köye 5 çocuklu bir ailenin ilk kız çocuğu olarak doğdum. Sarı saçlarım, yeşil gözlerim vardı. Babam ben 7 yaşındayken vefat etti, baba sevgisini tadamamış olsam da dede sevgisini tattım. En büyük kardeş ben olduğumdan ve babamız olmayışından mütevellit bütün kardeşlerime kol kanat germek durumunda kaldım. Bu vaziyet bana kendimi savunma konusunda çok şeye vakfetti haliyle. İnsanların söz konusu kendileri menfaatleri olduğu vakit ne denli zalim olabileceklerine şahit oldum.

Kardeşlerim arasında ilk baş göz edilen ben oldum. 17 yaşıma basar basmaz kınamı yaktılar, telli duvaklı gelin oldum. Köy ağasının oğluna verdiler beni. Başlık param çok geldiği için çok sevinmişti ailem. Haddizatında bir büyükbaş hayvan gibi satmış olmaları beni dilhun kılmış olsa da ben de onlara destek olduğum için sükunetimi muhafaza ettim.

Annem beni nikahtan önce yanına çağırdı ve evliliğimi (başlık paramı) sağlama alabilmem için tez vakitte çoluk çocuğa karışmamın münasip olduğunu söyledi.  Bana iyi bir zevce olacağıma emin olduğunu fakat kendime ziyadesiyle dikkat etmem gerektiğini nasihat etti, “Benim güzel kızım, yaşın pek gençtir, lakin bu yükü sırtlayabileceğine inancımız tamdır. Her zaman bu evde bir döşeğinin senin için hazır olduğunu unutma güzel yavrum.” dedi. Zevcimin ölsem dahi dönmeme izin vermeyeceğini bile bile anneme inanmak istedim. Sımsıkı sarılıp gözyaşlarımı tuttum, zira anam ziyadesiyle üzgündü.

Düğünde “Sarı Gelin” adlı türküyü söyledi dedem benim için tıpkı birkaç yıl önce, ben çocukken, yaptığı gibi. Dedem beni çok içten severdi, doğma büyüme bu köydendi. Hayvancılıkla uğraşırdı. Beraber badem bahçelerinde badem topladığımızı hatırlarım bazen. Bir de şimdi bakıyorum ağaçların yerine, bütün badem ağaçlarımızı kesti ağamız, yeni evler yaptılar. Çoktan öldüler, tıpkı düğün günü ölen çocukluğumun getirdiği safderun hal gibi.

Birkaç ay içinde gebe olduğumu öğrendim. Evlendikten 1 yıl sonra, 18 yaşımda, ana oldum ben de. Sağlıklı bir oğlum oldu. Zevcimin ailesi de benim ailem gibi sevinmişti buna, zira güçlü bir oğlan çocuğuydu bu, aileye bir yıl sonra dahil edeceğim kızım gibi onların gözünde işe yaramaz değildi. Olsun, ben kudretli bir anayım eninde sonunda. Herkes adına severim onu, bizim gücümüz yeter birbirimize, sevgi için diğerlerinin müsaadesine lüzum yoktur.

Yıllar geçti, oğlum büyüdü, kızım büyüdü, ben büyüdüm, ülkemiz gitgide güçsüzleşti. Osmanlı’nın dört bir tarafı düşman işgaliyle debeleniyordu. Oğullarımız, eşlerimizin hepsi elleri silah tuttuğu için Mustafa Kemal Paşa’nın izinden harbe gittiler. Biz kadınlar ve yaşlılar olarak evlerimizde kaldık fakat hiçbirimiz aylardır rahat uyku yüzü görmemiştik. Kızım ve ben her gün cepheden haber beklemekten bitap düşmüş bir haldeyken, amiyane olarak adlandırdığımız günlere hasret duyar olmuştuk. Bir gün kerpiç hanemizin bahçesinde kasavetli bir biçimde otururken, kuyudan su alması için gönderdiğim kızımın koşarak bana geldiğini gördüm. “Ana! Ana! Köyümüze bir güruh geldi, hem de hepsi kadındır!” dedi kızım. Onu dinlenmesi için evde bırakıp vaziyetin aslını öğrenmek amacıyla usulca köy sınırına ilerledim.

Birkaç dakika sonra oradaki ahaliden öğrendim olan biteni. Meğerse bu bacılar cephane taşırlarmış. Bu köye de yolları düşen bacılar nereden geldiklerini anlattılar ve bizim köyde eli ayağı tutan bütün kadınları vazifeye davet ettiler. Bizim köyün şarkında otururlarmış, onlar da köylerinden geçen kadınlar tarafından ikna edilmiş ve vazifeye atılmışlar. Bizim köyün kadını çetindir. Kısa süre içinde bacılar arasındaki umut dolu bakışmalar fısıldaşmalara döndü, onlar ise ardı arkası kesilmeyen suallere. Bacılar bizlere cephane taşıma yetkisinin nereden alındığını, nereye ve kimlere sual etmemiz gerektiğini söylediler. Ardından köyden “Vatan işi geciktirilmez!” diyerek çıktılar. Gerilerinde ise karşılarında eşlerinin ve oğullarının hayatta olup olmadığını öğrenmek, son nefese kadar silah tutamasa bile cephane taşıyarak yardım etmek için varını yoğunu ortaya koyacak olan, karşılarına çıkan bu bacılara müteşekkir eşler ve analar bıraktılar.

Ertesi gün bohçalar toplanmış, yola çıkamayacak olan yaşlılar, çocuklar ve hamilelerle vedalaşılmıştı. Ben ve kızım, ikimiz yola revan olacaktık. Evvelsi gün akşam vahitlerinde evde kızımın bize eşlik edip etmeyeceği hakkında kargaşa çıkmıştı fakat kızım ne yapıp edip bizi ikna etmişti. Zira kendisi artık 18 yaşındaydı, benim onun yaşındayken çocuğum dahi olmuştu. Tabii ki onu kendi kaderime mahkûm etmeyecektim.

Haftalar süren zorlu yolculukta donarak ölenler de oldu, açlıktan bir deri bir kemik kalanlar da. Fakat olmayan tek bir şey vardı ki o da pes edip geri dönenelerdi. Gözümün önünde ölen genç canlar, bebekler, çocuklar, anneler oldu. Ama hiç kimse, bir kere bile geri dönme hayallerine kapılmadı, kapılamadı.

Cephe yakınlarına vardığımızda ve cephaneyi sorunsuz teslim ettiğimizde şahit olduğumuz canhıraş vaziyetle nutkumuz tutulmuş, ağzımızı bıçak açmaz olmuştu. Etrafımdaki yoldaşlarım ölü bedenlerin yığıldığı bölgeye ilerledi. Benim için de ehvenişer bir karardı onları takip etmek. Dolandım, dolandım. İlerlediğimiz her bir arşında bacılardan biri yığılıveriyordu, kimi bakmak istemiyor, kimi inanmak istemiyordu. Yanı başımızdaki askerlerin haykırışlarına, top seslerine eşlik eden bir de anaların acı dolu feryatları yürek burkar bir haldeydi.

Ben de yürüdüm, her bedene tek tek baktım. Gül yüzlü gencecik çocuklar, Mehmetçikler, şehitler, vatan kahramanlarımız… Beynim yaşananları ziyadesiyle hantal bir biçimde kavramaya çalışıyordu. Ya da kavramayı reddediyordu. Bir beden tanıdıktı, çömeldim ve başını kucağıma koydum. O denli soğuktu ki teni. Kucağımdaki beti benzi atmış et parçasına baktım.  O kadar güçsüz, o kadar savunmasızdı ki. Bu manzaraya şahit olmayı reddeden gözlerim daha fazla dayanamadı ve beynimle iş birliği yapmak durumunda kaldı. Tanıdık yüzlüydü bu çocuk. Simsiyah saçlı, esmer tenliydi. Kapkara gözerini hiç kırpmıyordu. Sonuna kadar açmıştı onları, yalnızca korku okunuyordu. Ölüm korkusu. İşte tam o an, o kapkara gözlerden tanıdım bu çocuğu, oğlumu. Ama hayır, ölmemişti. Ölemezdi. Onu sıkıca kavrayan ellerime bulaşmış olan kana baktım. Hayır, yaralıydı ve evet ölüme terk edilmişti. Terk edilmek zorunda kalmıştı. Kokumu alınca ağzından çıkan güçsüz ama bana bir cihanı bahşeden o kelimeyi zikretti: “Anne?”. Vücudumun her zerresi itiraz etmek istese de bu duruma, elimden hiçbir şey gelmediğini kabul etmek zorundaydım. Zira oğlumun yarası derindi, ona bakacak doktorlar savaşıyordu, kalan doktorlar ise hafif yaralıları tedavi etmek zorundaydılar, ilaç yoktu. Oğluma seslendim, kabul etmek istemeyerek: “Benim biricik oğlum, ilk göz ağrım, nedendir bu korkun? Doğrul eğ oğulum! Düşmanına korku sal, sen bu vatanın evladısın!” diye haykırdım oğlumun bomboş bakan gözlerine. Elimden hiçbir şey gelmedi. O şimdi bir şehitti, kendi canını vatanı için feda etmiş bir askerdi, o benim oğlumdu, o benim küçücük bebeğimdi, o şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin evladıydı.

 

 

(Visited 27 times, 1 visits today)