Sabah uyandığımda tüfek misali çalar saatim sürekli çalıyordu. Yeni bir çalar saat almam gerektiği ortadaydı. Fakat son zamanlarda çok zor geçiniyordum. İşimden atılmıştım ve yalnızdım, kimsem yoktu. Ne bir aile ne bir anne…
Kahvaltımı dışardaki bir simitçide yaptım. İşin garip yanı ise hiçbir garson konuşmuyor ve yüzünü göstermiyordu. Ne isteyeceğimi biliyorlarmış gibi simit ve çayı önüme koydular. Garipti, enteresandı ama pek umursamadım.
Simit bittikten sonra hesabı verip hızlıca bu garip mekandan çıktım. Çıkmamla etraftaki her şeyin kaybolması bir oldu. Tek bir yer vardı. Sokağın ortasında duran telefon kulübesi. Kulübeye yaklaştığımda telefon sesini duydum. Bana çalar saatin sesini hatırlattı. Bu ses de taramalı tüfek sesi gibiydi. Kulübeye girdim ve telefonu elime aldım. Biraz ürktüm. Çünkü fena halde hışırtı vardı. Yağmurun başlamasıyla telefonun kapanması bir oldu. Telefonu ben kapatmamıştım. Kendiliğinden olmuştu. Derken hafif bir sis belirdi. Sisin hemen ardından içerisi beyaz görünen bir bina çıktı karşıma. İçeride ne bir koltuk ne bir oda vardı. Sadece beyazdı. Telefon kulübesinden çıktım ve binaya doğru yürümeye başladım. Yavaş adımlar atıyordum. Üşüyor ve yorgundum. Binaya attığım her bir adımda üstüme bir ağırlık çöküyordu. Son iki adım kala yere düştüm. Saatlerce orada kaldım. Yağmur ise hızını kesmeden yağıyordu. Son nefeslerimi vereceğimi düşündüm. Aç ve susuzdum, yorgunluk da vardı. Şu an hayatım bana bağlıydı. Ya kalkıp o binaya girecektim ya da ölecektim. Ben kalkmayı seçtim. Zor adımlarla binaya girdim ve korna sesleri duydum. Bu sesler kamyonun korna sesine benziyordu. Gözlerimi açmaya çalıştım ama beceremedim.
Başıma bunların geleceğini bilseydim o telefonu hiç açmazdım.