“Onun tarafından hayatım boyunca değersiz bir birey olarak görünmüşümdür. Ne kadar denesem de hiçbir zaman onun deyişiyle “kendi seviyesine” çıkamadım. Hiçbir zaman benden özür dilediğini duymadım. Ne kadar doğru söylesem de haklı olamadım. Ben onun gözünde değerli olduğumu hiçbir zaman hissedemedim. Ta ki o kürsüye ben çıkınca tepkisini görene kadar hayatımda hep bu sevgisizliği hissedeceğimi sandım.
Demek ki büyürken, ben daha çocukken ve safken, gerçek kişiliğini anlamamışım ki, bana ilk böyle davranmaya başlayınca nedense şaşırmıştım. Her gece odama gidip gizlice ağlardım neden ben hiçbir zaman yeterli olamıyorum diye . Bana öyle söyleyince, dramatik olduğumu ve her şeye gereksiz yere ağladığımı, gerçekten doğruları yüzüme vurduğunu ve kendimi iyileştirmem gerektiğini sandım. O küçük kalbimin içinde kalan inançla tanrının beni yaratırken, evet yıldızları ve ayı yaratan aynı ellerin sahibinin, başkalarını yaratırken neden bu kadar uğraşıp beni neden unuttuğunu sorgulardım bazen. Şimdi geriye bakıyorum da bunlar küçük bir kız için çok kafa karıştırıcı olmalı.
En çok acıtanı da küçükken hissettiğim sevgi ve neşenin yavaş yavaş içimdeki hayat isteği ile beraber yok olduğunun bilincinde olmaktı. Ya da her an dayanıklılığımın ne kadar azaldığını hissetmek. Açıkçası, artık ben bile bilmiyorum. Şimdi geriye bakıyorum da fazla dayanmışım bile. O yaşta bu kadar fazla şeyi kaldırmak bana çok fazla etki etmiş olmalı.
Bilir misiniz bilmem ama bazılarının bana yakıştırabileceği bir deyiş var. “Kendini tüketmiş altın çocuk”. Yıllarca sırf bir başkasının beklentilerini karşılayabilmek için gözlerim körleşene kadar kitap okudum. Kulaklarım duymayana kadar ders dinledim. Parmaklarım tutmayana kadar soru çözdüm. Bunun bana tek yararının, tek bir parça kalmayana kadar sindirmek olduğunun farkına vardığımda ise, çok geçti. Artık limitlerimin ötesine kadar ders çalışamaz, soru çözemez olmuştum.
Ben kaybetmiştim. Değerim, beni ben yapan notlarım seneden seneye düşmeye başladı. Öyle de devam etti. Keşke bunlar umurumda olmasaydı ama yıllarca manipüle edilen ruhumun kendini sevmesinin tek yolu, fiziksel bedeninin elde ettiği akademik başarıya tutunmaktı. Ebeveynleri tarafından sanki her temel ihtiyacı bir masraf olarak tanımlanan o çocuğun bir başka hayata tutunma yolu yoktu çünkü.
Ama belki de bütün bunlar yaşanmasaydı şu anda olduğum seviyede olamayacaktım. Geçmişte yaşadığım her şey bana bir ders verip nasıl daha güçlü olabileceğimi öğretti. Psikoloji bölümünü bitirip kendi kliniğimi açtıktan yıllar sonra, adeta yaşadıklarımın fazla ağır olduğunu bilen evren, bana bir hediye verip bir nebze olsun suçlarını hafifletmek istedi. Ve ben de bu hediyeye tutunabildiğim en sıkı şekilde tutunarak, bana yarattığı fırsattan kendi kar amacı gütmeyen mental sağlık organizasyonumu kurdum. Her ay psikolojik şiddet gören gençlere karşılıksız hizmet sağlanmasına yardım ettik.
Yaklaşık 25 yıl sonra ise o gün gelen telefon sonsuza kadar hayatımı değiştirdi. Nobel psikoloji ödülüne layık görülmüştüm. Ağlayarak yere yıkıldım. Hayatımdaki en yüksek noktaya ulaşmıştım.
O kadar uzun süredir onunla konuşmuyordum kibir an beni tanımayacağını sandım. Beni büyüten kişi aradığımda çok yaşlı olsa da, konuşmama davet ettiğimde, gelmeyi kabul etti.
Sonunda o gün geldi. Konuşmamı yapmak üzere alkışlar eşliğinde kürsüye çıktım. Tam konuşmaya başlayacaktım ki kalabalığın arasında onu gördüm. Yüzünde yine o beni aşağılayan ifade vardı. Salonda tek alkışlamayan kişi tabii ki oydu.”
Haberi anneme okumayı bitirdiğimde gözlerinde yaşlar olduğunu gördüm. Başlığı okuduğumdaysa ben yere yıkıldım. “Ünlü psikoloğun son sözleri”.