“Sen benim şarkılarımsın…” arka koltuktan gelen müzik sesiyle uyuyakaldığım koltuğumdan doğruldum. Camdan dışarı baktığımda okula gelmek üzere olduğumuzu görüp toparlanmaya başladım. “Sanki hiç gitmemiş hep var gibi…” arkadan gelen müziğin sözleri ruhumu okşarken aklımda bugün teslim edeceğim ödevler vardı. “Geçmiş değil bugün gibi,
yaşıyorum hâlâ…“ şarkının kesilmesiyle servisin durması bir oldu. Ayağa kalkıp servisten yavaş adımlarla indim. Beni karşılayan ilk şey Ankara’nın ayazı oldu. Montumun fermuarını iyice kapattım ve karşımdaki beton yığınına yürümeye başladım. Giriş kapısının üstünde yazan “Huzur Koleji” bir yandan yüreğime korku salıyor öte yandan da mutlu olmamı sağlıyordu. Okulun kapısından girip sınıfıma doğru yürümeye başlarken arkamdan gelen sesle durdum. “Ne yaptın lan!” Sesin sahibini adım gibi biliyordum. Arkamı döndüm. Esmer saçlarının arasından beliren ela gözleri bana bakıyordu. “İyi, Eren… Sen ne yaptın, yapabildin mi ödevleri?”
Bu sorudan sonra biraz kendi halinde düşündü. Bir an gözümün içine baktı ve: “Ödev mi vardı?” diye mırıldandı. Bir süre güldüm sonra gözlerine “Maalesef” şeklinde bir bakış attım. Duruldu bir anda bana bakan gözleri. Sonra gülerek: “Amaaan! Salla, ne olacak en fazla eksi alırım.” Eren ile dokuz yıldır tanışıyoruz. Birbirimize her şeyimizi anlatıyor, her konuda birbirimizden yardım istiyoruz. O an ise bana bakışlarından anladığım kadarıyla “Kankacığım ödevini ver de geçireyim iki dakikada.” demeye çalışıyordu. Sınıfa doğru yürürken birden duraksadım ve çantamın içinden ödevleri çıkardım. Eren de o sırada ne yapacağımı anlamış, elleri göğsünde beni izliyordu. Ödevimi uzatırken ağzından her zamanki klasik sözcükleri dökülüverdi: “Adamsın, adam!” Adamım tabii ki başka ne olacağım? Göz devirip sınıfın kapısından girdiğimde herkesin içerde olduğunu gördüm. Enerjimle sınıfa: “Günaydın!” diye haykırdım. Birkaç kişi garipsemişçesine bana baktı. Çok mu bağırmıştım? Neyse ki herkesten cevap almıştım. Arkadaki sıralardan birine geçtim ve Eren’i süzdüm. Yanımda oturuyor ve ödevimi kopyalıyordu. “Bak bu son bir daha olursa ben karışmam abi!” diye mırıldandım. Bana baktı, güldü ve ödevimi kopyalamaya devam etti. Kafamı sırama koydum ve öğretmenimiz gelene kadar gözlerimi dinlendirdim. Tam uykuya dalacakken sandalye hareketlerini duydum. Kafamı sıramdan kaldırıp etrafa baktım. Öğretmenimiz gelmişti. Ben de öbür arkadaşlarım gibi ayağa kalktım. İlk bizi selamladı sonra da dersine başladı. Başta hiçbir sıkıntı yoktu. Sonra birden üzerime bir yük çöktü, bayılacak gibi oldum. Uykuya karşı koyamadım ve sıramın üzerinde uyuyakaldım.
“Kadir! Uyansana oğlum.” Eren’in cümleleriyle gözümü açtığımda sınıfta Eren’le yalnız olduğumu gördüm. Uyku sersemliğiyle: “Neredeyim ben?” diye mırıldandım. Eren’in bir anlık boşluğuna gelmiş olsa gerek, çocuk karnı ağrıyana kadar güldü. Ben de onunla gülüp hayatı birkaç saniyeliğine unuttum. Gülmeyi bitirdiğimizde etrafıma bir defa baktım. Hiç kimseler yoktu. “Saat kaç Eren?” Eren yavaşça kolundaki saati kaldırdı ve bana baktı. Yüzündeki ifadeden uzun zamandır uyuduğumu anladım. “15.30, uyandırmaya çalıştım da sen çoktan kendini rüyalarına kaptırmıştın.” Yüzüme ilk başta ufak bir tebessüm yayıldı. Ama hayır! Bugün çok önemli derslerim vardı. Hepsini kaçırdım. Kendime kızmaya devam ederken Eren’in bana bir şey uzattığını gördüm. Elinde bir defter ve bazı çalışma kağıdı vardı. Şaşkınlıkla bir ona bir de elinde uzattığı şeylere baktım ve yüzüme “Bunlar ne?” dermişçesine bir ifade takındım. “Bugünkü notlar, rica ederim.” deyip gülümsedi. Beni hep böyle zamanlarda kurtarırdı. Ona yine borçlandım. “Madem okul bitti, gel bir kafeye gidelim. Hem bir şeyler yeriz hem de tavla atarız. Hadi kalk, hesaplar benden!” Böylece ona olan borcumu kapatmış olacaktım. “Vay! Nerden geliyor bu cömertlik?” dedi sırıtarak. “Hadi sorgulama da yoluna bak.” Yürürken aramızda dönen bu diyalog sırasında okul güvenliğine gelmiştik. Okuldan sağa dönüp kafeye doğru yürümeye başladık. Kulaklığımı takıp kendimi müziğin tınılarına kaptırdım.
“Ben bir fettucini alfredo alayım, arkadaşım da sizin spesiyal burgerinizden alacak.” siparişleri verip Erenin oturduğu masaya yöneldim. O çoktan tavlayı açmış, taşları yerleştirmişti. “Bugün nasıl yeneyim seni?” otururken ona sorduğum soruya güldü. “Göreceğiz…” diye mırıldanıp elindeki zarı attı. Yaklaşık 15-20 dakika sonra yemeklerimiz geldiğinde Eren, “Abi nasıl ya?” diyerek ağlıyordu resmen. “Neyse mızmızlanma da yemeğini ye.” dediğim sırada kafeye garip görünümlü biri girdi. Üstünde koyu bir palto, ayağında siyah, yetmişleri andıran bir ayakkabı vardı. Kafasındaki şapka onu filmlerden çıkmış karakterlere benzetiyordu. Adam yavaşça ilerleyip bizim iki yanımızdaki masaya yerleşti. O sırada Eren yemeğine gömülmekle meşguldü. Sanki 10 gündür açmış gibi tabağını silip süpürdü. Yemeklerimizi bitirdikten sonra iki çay isteyip tavlaya devam ettik. Bir yendim, iki yendim, üç yendim… Eren benim hile yaptığımı iddia ederken gözüm yan masadan bize yaklaşmakta olan garip görünüşlü adama takıldı. Sakin adımlarla yanımıza gelip masamızın önünde durdu. İlk beni sonra da Eren’i süzdü, ağzından birkaç anlayamadığım sözcük çıktı. “Pardon?” diye sordum merakla. Adam birden sesini gürleştirip anlaşılabilir şekilde “İddiaya var mısın? dedi. “Hangi konuda?” diye sordum şaşkınlıkla. Eren de en az benim kadar olayı garipsemişti. Adam eliyle önümdekini tavlayı gösterdi. “Tamam da neden?” dedim hâlâ olayın içinden çıkamamış bir şekilde. “Oynadıktan sonra görürsün. Sen kaybedersen bana hiçbir şey vermeyeceksin.” dedi üstümdeki kıyafetleri süzerken. “Benim kazancım ne olacak?” düşünsenize bir adam aniden gelip size tavlada iddiaya girelim mi, diyor. Ne diyebilirdiniz ki? “Görürsün.” adamın cümleleri çok netti. Eren’e benim yanıma gelmesi söyledim. Hâlâ ne olduğunu anlayamamıştı. Adam Eren’in kalktığı yere oturdu ve taşları dizmeye başladı. Başladık… Çok çekişmeli gidiyordu oyun. Bir o yeniyordu bir ben yeniyordum. İlk turun galibi ben oldum. Bunu alırsam kazanacaktım. Kaybedersem de oyun uzayacaktı. İkinci turda adam çok daha iyi oynadı. Artık berabereydik. Bütün şansımı ellerime toplayıp zarı atmaya başladım. İşe yarıyordu! Son oyuna gelmiştik. Son zar, son oyun… Şaşırma sırası adamdaydı. Zarı salladım ve gelen düşeşle oyunu aldım. Adamın yüzünde hiçbir şaşırma ifadesi yoktu. Yüzüme baktı. Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı ve dostane bir sesle söze başladı: “Ben bu kafenin sahibiyim. Kendimi bildim bileli oynarım bu oyunu. 10 yıl önce kendime ‘Beni bu oyunda yenene kafemi vereceğim.’ demiştim. Bu şanslı sensin evlat!” Şaşırmıştım. Şaşırma sırası onda değil yine bendeydi! Dilim tutuldu. Eren de bu durumu anlayıp benden önce söze girdi: “Abi kamera şakası falan mı yoksa ciddi misin?” diye sordu. Eren’i ilk kez bu kadar şaşkın görüyordum. Adam gülümsedi ve bir çalışandan kafenin anahtarını istedi. Sonra da baş çalışan olan kişiye: “Bundan sonra bu kafenin sahibi bu delikanlı. Yarın tapu işlemlerini halledip bu kafeyi on devredeceğim.” dedi. Cümlesini bitirir bitirmez kafeden çıkan adamın arkasından bakakalmıştık.
Ofisimde otururken kapım çaldı. Gür bir sesle “Gir!” dedim ve kapıdan giren Remzi’ye baktım. “Buyur, otur Remzi.” Remzi garsonların başı ve benim en sevdiğim çalışanımdı. “Sağ olun efendim. Lafı uzatmadan konuya gireceğim. Siz geldiğinizden beri -altı ayda- satışlarımız hiç olmadığı kadar arttı. Hem okula gittiniz hem de burayı yönettiniz. Aklımdaki fikir şu: Bence kafemizi daha büyütüp Ankara’nın her yerine yaymalıyız efendim.” Duyduklarım gayet mantıklı ve bir yandan da beni mutlu eden şeylerdi. Son aylarda gerçekten kazanıyorduk. Bir birikim yapmıştım. Remzi’nin dediği gibi bu birikimleri bir arsaya daha yatırıp gelirlerimizi arttırabilirdik. “Bu çok güzel bir fikir Remzi, helalin var. Bu fikri düşündüğün için açacağımız kafenin yöneticiliğini sana veriyorum. Sana güveniyorum” Bir tavla oyunu hayatınızı ne kadar değiştirebilir? Benim hayatım kökünden değişti. Yaşadığım sıkıntılarım silindi. Arkamdan konuşan, bana ihanet eden insanlar bana yüzlerini dönmeye başladılar. Ne demişler: “Paran varsa insanlar seni tanır, paran yoksa sen insanları tanırsın…”