Bir tepeden yüksek hızda düşerken dünyanın altımızdan tıpkı bir halı gibi kaydığı hissine kapılırız. Dengemizi kaybedip havada birkaç saniye kaldıktan sonra bedenimiz aniden yerçekimine teslim olmaya karar verir. Zeminle tekrar kavuşmamızı ne olduğunu idrak etmeye çalıştığımız birkaç saniye izler. Sonunda ise mantığımız sağduyu yordamıyla olayı kavrar ve başka bir yerde gözlerimizi açmamızı anlamdırır. Yaydan süratle fırlatılmış bir ok er ya da geç bir yere saplanır: bir elmaya, bir kalbe veya bir ağaç kavuğuna. Yaşadıklarımı en iyi bu şekilde tasvir edebilirim.
Bazı görüntüler zihnimde belirdi; en belirgin olanlarında ortak tek şey kan ve ateşti. Gözlerimde kaparken gördüğüm dünya ile açtığımda gördüğüm dünya ilk bakışta dahi aynı gelmese bile sağduyum bunu kabullenmeyi bir süre reddedecekti. Filmlerde veya kitaplarda bazı şeyler okuruz, bir toplulukta bir şeyler işitiriz veya gözlerimiz bizzat şahit olur kimi durumlara. Bütün bunlar aslında mantık kavramımızın temeline dikilmiş kolonlardır. Tecrübe ettiğimiz veya kulağımıza çalınan bir olay ne kadar karışık olursa olsun içinden çıkılmaz değildir. Fakat makul zekâmızın hiddetle karşı çıktığı bir durumla karşı karşıya kalmışsak, yapılabilecek tek şey el yordamıyla gerçeğe en yakın şeyi uydurmak olacaktır.
Garip şeyler hatırımda geziniyordu, şimdi daha iyi seçebiliyorum bir tanesini: tıpkı bir yonca yaprağı gibi dizilmiş bir insan topluluğu. Bu korkunç anılar zihnimin duvarlarını tırmalarken dış dünyadaki değişimler mantık çeperini zorluyordu. Hala da zorluyor; bazen bütün zihnimin dağılmak üzere olduğunu, bütün bu yaşadıklarımın ip gibi kulaklarımdan süzüleceğini ve insanların beni ters gömleklerin içine hapsedeceğini düşünüyorum. O anda da buna yakın şeyler hissediyor olmalıydım.
Silah sesini işiten her insan adımlarını hızlandırması gerektiğini anlar. Benim anlamam gereken şey ise koşabildiğim kadar hızlı koşmamdı. Kafamda bitecek bir kurşunun mu yoksa nefesimin tükenmesinin mi daha kötü olduğunu düşünecek kadar vaktim olmamıştı. Olaylar sonrasında epey hızlı gelişti, öyle ki gözlerimi tekrar açtığımda yaydan fırlamış ok gibi kendimi eski bir kaleye hapsolmuş, oraya saplanıp kalmış buldum.
Zihnimdeki birçok şey askıda kalmıştı: Ne yüzeye çıkıp anlamlanıyordu ne de dibe batıp karanlığa karışıyordu. Pek çok düşünce bir balık gibi yanımdan geçiyor, elime ayağıma dolanıyor fakat asla ona ulaşmama izin vermiyordu. İçimden bir ses bu tüm gürültüyü bastırana kadar bu böyle devam etti. Sorgulamadan, boşa çabalamadan sadece anın tadını çıkarmam gerektiğini öğreten bu ses oldu. Öyle bir zaman geldi ki bu ses bana kendi sesimi unutturacak kadar yükseldi. Üç yüzyıl öncesinde hayatta kalmamı sağlayan bu oldu.
İki insanın fikirleri uyuşmuyorsa bunun ismi tartışma olur, iki grup anlaşamadıysa buna kavga denir ve eğer iki toplum sorunlarını medeni şekilde aşamıyorsa toptan, tüfekten ve kılıçtan medet umarlar. Yüzyıllarca süregelmiş bir ayrılığın ortasına düşmüştüm. Tarihin yenilgilerinden söz ettiği tarafta olmak bana hayal kırıklığının ne kadar ikiyüzlü bir duygu olduğunu görme şansı tanıdı. Kiltleri ve ekoseli şalları içinde onurlu bir mücadele süren insanların kayboluşunu derinden izledim.
İsyanlar çıkartan, isyanları için para toplayan insanların en kanlı mücadelelerine tanık oldum. Mücadelelerinde eksik olanın ne olduğunu, neden tarihin onları silinmeye mahkûm ettiğini anlamaya çalışarak geçirdim yıllarımı. Kaba ama samimi bu insanların neden yenildiğini anlamam çok uzun sürdü.
Bir Nisan sabahı saat çok da geç değildi. Nehirin yakını, ağaçların seyrek olduğu bir yer bir kültürün mezarı olarak seçilmiş, son iyilik olarak kendi bağrına gömülmesi uygun görülmüştü. Kırmızı urbalılar sakin ve soğukkanlı görünüyorlardı. Konum olarak daha avantajlı olmuşlar, savaşta dünyada hatrı sayılır bir ordu olarak anılıyorlardı. Ekoseli kiltliler ise daha heyecanlı ve daha coşkulu görünüyorlardı. İkisinin de yüzünde başta merhamet göremediğimi sandım. Yenilginin sebebinin donanımla ve güçle ilgili olduğunu düşündüm. Savaşta merhamet göstermemek yasal bir suç değildi, kanun çıkartılırken göz önünde bulundurulan bir şey de değildi.
Bunun araştırdığıma, üzerine düşündüğüme değer olmadığı fikrine kapılmam çok uzun sürmedi. Şansın tarihin akışını belirlediğini bunca zamandır kavrayamamış olmam beni hayal kırıklığına sürükledi. Görüntülerin bir tanesinin zihnimin kapısını çaldığını duydum. Bu ürkütücü görüntüleri bir daha görmek istediğimden emin olamadım, tereddütle çevirdim kolu.
Karşımda duran şey etrafta dönen beyaz kılıklı insanlardı; her birinin çığlığı daha işitilir olmuş, ezgi olmaktan çıkmıştı. Anlamsızca saatlerimi, günlerimi, haftalarımı ve aylarımı kaplayan bu görüntü en sonunda dile geldi. Bana söylediği şeyle Kilt giyen adamın gözünde gördüğüm şey aynı şeydi, ayrım burada başlıyordu. Körü körüne bağlılık ve inanç iki tarafı da gerçekten mahrum bırakmış, kayıplarını görmelerine engel olmuştu.