Kapkara bir sonsuzluğun içinden elini uzattı, belki de sonsuzluktan daha yaşlı olan adam. Atı aldı, ilerletti. Tam o sırada altlarındaki boşlukta asılı durmakta olan Dünya’ya dev bir meteor yaklaştı. Karşısında duran beyaz tenli kadın, elindeki içkiden bir yudum almayı da ihmal etmemişti, gözlerini kısarak satranç tahtasına baktı, ‘’İşte bu hamleyi beklemiyordum.’’ Kaleyi üç kare ilerletmesiyle Dünya’ya yaklaşan meteor iyice hızlandı, işte Yeni Dünya’nın doğuşu böyle gerçekleşti.
Evinden koşarak çıktı çocuk, dik güneş albino cildine iyi gelmiyordu ama dışarıda olmayı seviyordu. Gökyüzüne baktı, ‘’Oradan beni izliyorsunuzdur belki,’’ diye düşündü, ‘’izleyip gülüyorsunuzdur acınası halime. Belki de farkıma bile varmamışsınızdır. Sonuçta kimsenin umurunda olmayan, küçük bir hayaletim ben ama farkına varmanızı sağlayacağım. Yapacağım son şey olsa da, sizi yeneceğim, Boşluktan İzleyenler!’’
Boşluktan İzleyenler, yerel halk arasında bir söylentiydi. Küçük Dünya’yı uzaktan izlediklerine ve orada olan her şeyden sorumlu olduklarına inanılırdı. Efsaneyi kimin çıkardığı da, neye dayanarak çıkardığı da bilinmezdi. Tek bilinen, bu evrenden yaşlı kişilerin oyunlara olan düşkünlüğüydü. Çocuğun doğumundan bile mutsuz olan ailesi, bu efsaneyi çocuktan saklamıştı; efsanenin, çocuğun aklına saçma fikirler getirebileceğinden korktukları için. Sonuçta bunlar, söylentiden başka bir şey değildi. Bu söylentiyi öğrendiğinde çocuk, ‘’ Bunu benden gizlediklerine inanamıyorum! Tanrılarla bir maç için neyimi vermezdim ki!’’ Bu düşünce kulağa tuhaf geliyordu, ancak dünya üzerinde kendisini yenebilecek bir rakip olmadığının farkındaydı, ‘’ Sonuçta, kendini olduğundan az göstermek de en az kibir kadar kötüdür.’’
Tozla kaplı yolda yürürken aklından bunlar geçiyordu işte: kimsenin kendisini fark etmediği dünyada, Tanrıların bile kendisini tanımasını sağlamak. Elini kalbine koydu, sessiz bir çığlık gibi güçsüzdü kalbi, yaşaması bir mucizeydi. İnsanlar onu bu yüzden sevmiyor olabilir miydi? Onlara tüm ölü sevdiklerinin hayata tutunamayıp kendisinin tutunduğunu hatırlattığı için… Bu sebeple mi dışlıyorlardı onu? Şu an toprağın altında kurtlar tarafından kemiriliyor olması gerektiği için… Artık aldırmıyordu. Dikkatini verebileceği tek şey; otuz iki siyah, otuz iki beyaz kareydi.
‘’Hayalet’le maç yapmak isteyen başka kimse var mı?’’ diye bağırdı, irikıyım adam. Ünü yayılmıştı çocuğun, başkentte yaşadığı için satranç oynayacak yüzlerce kişi vardı zaten fakat komşu ülkelerden gelenlerle birlikte bu sayı binlerce kişiye ulaşıyordu. Satrançta en iyisiydi. Önce karşısındaki insanı çözüyor, nasıl hamleler yapma kapasitesine sahip olduğuna karar veriyor, ardından ezberlediği sayısız olasılığa karşısındakine göre şekil veriyordu. Kaybetmeyecekti, kaybedemezdi çünkü satranç maçı, insanların ona yalnızca bakmadıkları, onu gerçekten gördükleri tek yerdi. Zaten Hayalet asla kaybetmezdi. Onunla maç yapan birçokları, hüsranla geri dönmüştü. Ötekiler ise kaybetmeyi kaldıramayıp yeniden maç yapmak istemiş fakat bu denemeler de farklı sonuçlanmamıştı.
Birini daha yenerken üç hamlede kolay zaferin tadını çıkarmaktan onu alıkoyan tek şey, karşısındakinin acemiliğiydi. Bu maç vakit kaybından başka bir şey değildi. Rakibi, bir bilgisayar olduğuna inanmıştı çocuğun, hep en iyi hamleleri yapacağını düşünmüştü. ‘’Bilgisayarların kötü yanı da bu ya, kazanma olasılığı en yüksek hamleye giderler. Ben önce en düşük hamleye de gidebilirim, oldukça yüksek ihtimalli hamleye de ve rakibim farkına bile varamaz.’’
Bütün gün maç yaptı ve hiçbirinde yenilmemesi şaşırtıcı değildi. Satranç oynadığı on iki yıl boyunca bir kez olsun yenilmemişti. Bunu düşünerek karelere baktı, bütün o zorlu (!) rakipleri düşündü ve sol tarafından bıçaklanıyormuş hissine kapıldı. Göğsünü tutarak yere düştüğünde kalbinin artık dayanamayacağından emindi. Kalbinin dayanmasını isteyip istemediği de tartışılırdı. Bu dünyaya bir hayalet olarak gelmişti ve yine bu dünyadan bir hayalet olarak gidiyordu.
Bilinci yerine geldiğinde boşlukta süzüldüğünü gördü kırmızı gözleriyle. Normalde insanları öldürebilecek olan bu görüntü, ölümün soğuk sakinliğiyle sarıp sarmalanmış olan Hayalet’e hiçbir anlam ifade etmedi. Beyninin aldığı tek şey, karşısındakilerdi, satranç oynayan iki dev ve sonra düşündü: ‘’ İşte hayatımın maçı, Tanrıların Maçı başlıyor.’’