Ara sıra aklıma takılıyor: Beni, benden geriye bir şey kalmadığında kim hatırlayacak? Aslında çok amaçsız bir soru bu. Çünkü cevabı çok açık ve muhtemelen kalp kırıcı. Kendimi ele alayım mesela. Belki geçmişte ruh eşim yaşadı ve kendisi yine geçmişte öldü. Zaman geçti ve onu son hatırlayan kişi de tarih oldu. Dünyanın tarihinde önemsiz bir rolü olan önemsiz bir adam haline geldi. Ve benim hiç haberim olmadı. Doğumundan, ortalama yaşamından ve ölümünden hiç haberim olmadı. İhtimaller bize sormadan kendilerini elediler. Ben onu tanıma şansına hiç sahip olmadım ve o da beni hiç bulamadı. Ama bu durum ne onu ne beni meyus bir duyguya sürükledi. Çünkü bazen farkındalık en iyi seçenek değildir.
Ama aslında biz kavuştuk bile. Sürenin bir geçerliliği yok çünkü. Bilimin bulduğu ve şekillendirdiği zaman kavramı sadece ‘’gerçek zaman’’ ın somut bir sembolü. İnsan her yerde bulunabilir ama her yerde kendisini yaşatamaz. Hayat kişinin etrafında döner, döner ve zamanı geldiğinde köşesine çekilir. Bir parçası olmak zordur. Çoğu zaman hayatın sadece kendi hayatımızı içerdiğini varsayarız ve keskin sınırlar içerisinde tahmin edilebilir bir yaşam süreriz. Oysa tek bir ana bile neler sığabileceğini insan aklının alması imkansız. Tam şu anda ben blog yazıyorum, tam şu anda siz benim önceden yazdığım bloğu okuyorsunuz, tam şu anda birileri kavga ediyor, tam şu anda birileri hayatının geri kalanını birlikte geçireceği insanı buluyor. Çok şey oluyor ve bunların hepsinin içinde bulunmamız fiziksel olarak imkansız. Hayat biz istesek de istemesek de bizim etrafımızda dönecek. Bazen bizi es geçecek ve bazen de ana konu haline getirecek. Hiçbir zaman her şeyin içinde bulunamayacağız ve hiçbir zaman kendimizi tamamen soyutlayamayacağız. İşte zamanın ve evrenin bu yönü bana Tanpınar’ın hissettiklerini hatırlatıyor ve bazen hepimizin hissedip de bir açıklama aradığı ‘’zamanın içerisinde bilinçsizce savrulma’’ halini izah ediyor. Çok depresif bir durum gibi algılanıyor başta. Sadece belirli bir yönden ele almak gerekiyor. Biz insanlar hep olmak istediğimiz yerlerde olamıyoruz ama hep olmamız gereken yerlere varıyoruz. Bu yerlere savruluyoruz. Çünkü öyle olması gerekiyor.
Tanpınar’ın anlattığı durumu açıklayan bir başka adam da var. O da Henri-Louis Bergson. Berson’a göre zaman mekansal değildir ve zaman insanın içinde insanla var olur. Zaman bizsiz bir hiç. Şiirin 2. dörtlüğünde bahsedilen tüysüz de bir hiç zaman. Ve içinde olsak da dışında yaşasak da önemliyiz. Nötr bir halde ortalıkta savrulmamız bile çok önemli. Ben Tanpınar’ın tam olarak ne anlatmaya çalıştığının bilemem, insanlar inatçı kapalı kutular. Sadece inanıyorum ki, ne hissettiğini anlayabilirim. Anlayabiliriz.
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim gibi hafif değil.Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim.
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.