Suzan Ve Diğerleri

Uyanır, her sabah çiçekleriyle konuşurdu. O sabah, çiçekleri tek bir ses bile duymadı. Dostlarının onlarını sulamasını bekliyorlardı. Ama gelen olmadı. Güneş, onun tarafından selamlanmadığı buruktu. Sanki ışığı bile bir farklı aydınlatıyordu semayı. Takvim yaprakları kibarca koparılıp üstlerindeki günlük öykülerin okunmasını bekliyorlardı. Oysa yarım açık kalmış pencereden içeri esen rüzgarla birlikte savruluyorlardı.

Eşyalar aralarında fısıldamaya başladılar.

-Neden gelmedi ki?

-Şimdiye çoktan ritüelini tamamlamış, ilaçlarını bile içmiş olması gerekiyordu.

-Herhalde uyuya kalmıştır.

– Ya başına bir şey gelmişse…

-Aman sus, ağzını hayra aç be adam! Bir şeycikler olmaz ona, turp gibi kadın, daha dün sapasağlamdı ne olacak kesin uyuyakaldı.

– Bugün torunlarıyla bizim oğlanlar gelmeyecek miydi? Hayret, çok da heyecanlıydı.

-Evet, aslında böyle yapmazdı hiç, hele ki onun için bu kadar önemli bir günde.

-Vallahi ben size söylüyorum, kesin bir şey oldu. Benim içim hiç rahat değil.

– Ay ne abarttınız ama! Belli ki dün gece heyecandan uyuyamadı, şimdi de arayı kapatıyor. Rahat bırakın şu kadıncağızı.

– Aman sen de ne vefasız bir şey çıktın ayol! Her sabah kalkıp seni suladığını, sözleriyle sevdiğini unuttun herhalde. Bir merak eder yani insan. Ama yok, Suzan Annem uyansın, hepinizi tek tek şikayet edeceğim.

Kaktüsün bu lafından sonra etrafta bir sessizlik oluştu. Kaos sona ermiş, merak dolu bir sessizlik sarmıştı mutfağı. Sanki kaktüsten korktukları için değil de içlerini bir umutsuzluk kapladığı içindi bu ölüm sessizliği. Begonvil, taç yapraklarını büzmüş, içine içine ağlıyordu. Bunca yıl anne olarak gördükleri kişinin ortadan kaybolması onlar için bile çok ağırdı. Saat on bir olmak üzereydi. Birazdan Suzan’ın oğulları ve torunları gelecek, hazırladığı sofrada gülüşerek sohbet edeceklerdi. Yani böyle olması gerekiyordu. Ancak şartlara bakınca bu çok da mümkün gibi değildi.

Herkes düşüncelere dalmışken Suzan’ın küçük ama sıcacık evinin kiraz çiçeği rengine çalan kapısı tıklatıldı. Bu kapıdan girenlerin arkasında bile koca bir tarihi vardı. 40 yılda ne anılar birikmişti bu kapının ardında. İlk taşındıkları gün, mahallede şenlik havası vardı. Suzan hep çok sevmişti komşularını. Oğullarının ikisi de büyüyüp yuvadan uçunca o da kendisine yetecek bu sıcacık eve taşınmıştı. İlk iş olarak duvarları boyatmıştı zaten. Renkleri, çiçekleri ve canlılığı çok severdi. Kocasını, hayatının aşkını çok genç yaşta kaybetmişti ama bu onu hayata hiç küstürmedi. Aksine, onu kalbinde yaşatırken hayatın değerini daha iyi bilmeye başlamıştı.

Uzun bir süre kapı açılmayınca Barlas ve Bora, paspasın altındaki yedek anahtarla kapıyı açtılar. Yavaşça içeri adımlarını atıp Suzan’a seslendiler. Lakin cevap veren olmadı. Orkide, Skulent’e dönüp “Eyvah, geldi bizimkiler. Ya Suzi’ye bir şey olduysa? Çocuklar kahrolur, napacağız şimdi biz?” diye telaşlandı. Skulent “İlahi Orkide! Bir şey olduysa biz ne yapabiliriz ki zaten? Çiçeğiz hayatım biz, unuttun herhalde. Bekleyeceğiz, yapacak bir şey yok. Dua et de Suzi’ye bir şey olmamış olsun.” diye cevap verdi dostuna.

Bora ve Baybars, kızlarını salonda bırakıp annelerinin odasına doğru yürüdüler. Baybars, Bora’ya dönüp “Korkma oğlum, bir şey olmamıştır. Yaşlı kadıncağız, uyuya kalmıştır. Sakin ol.” diyerek kardeşini rahatlaştırdı. Odaya girdiler ve birkaç dakika hiç ses çıkmadı. Bu dakikalar Suzan’ın ev arkadaşlarına sonsuzluk gibi gelmişti. Sanki hiç bitmiyordu, zamansız bir veda gibi kalplerini burkmuştu bu ani olaylar silsilesi.

Sonunda birkaç adım sesi duydu ev sakinleri. Baybars odadan çıkmış, mutfağa gelmişti. Beti benzi atmıştı koskoca adamın. Kardeşine ve kendine 2 bardak su hazırlarken annesinin dün akşamdan kalma çayını gördü. Bardağın dibindeki ince çay izleri sanki Baybarsın kalbinden geçiyordu. Ardından balkondaki kurutulmuş biberlere takıldı gözü. Suzan’ın göremeyeceği kış için yaptığı telaş, oğlunu gözyaşlarına boğmuştu. Kızlarına belli etmeden sessizce içine içine ağlıyordu. Hep böyleydi zaten, babasının ölümünün ardından kendini evin erkeği ilan etmişti. Annesi yetiyordu onlara, ama o bu sorumluluğu alması gerektiğine inandırmıştı kendini. Duygularını hiç belli etmez, hep içine atardı, dert edinirdi. Yanağına doğru usulca süzülen gözyaşlarını sildi, ve bardakları alıp odaya döndü. Biraz zaman sonra, Bora’nın eşi geldi ve kızları götürdü. Kızlar gidince iki oğlan annelerini kucaklayıp salona getirdiler. Eşyalar hüzünle bakıyordu hayat arkadaşlarına. Bir veda bile edememişlerdi, bunca yıllık dostluk bir gecede parçalanmıştı. Şimdi hepsini bir başkasına vereceklerdi. Çiçekleri komşulara kalacaktı, eşyalar ise ihtiyacı olan birine giderdi herhalde.

Bu dünyadan bir Suzan geçmişti. Kimilerine “Suzi” kimilerine Suzan Abla, kimilerine anne kimilerine de babaanne olmuştu. Unutması zor olacaktı, ama en azından hatırlanmaya değer bir hayatı olmuştu. Mücadeleleri onu hiç yıkmamıştı, hep ayakta durmuştu. Tek korkusu unutulmaktı bu hayatta. Ama onun hayat arkadaşını hiç unutmadığı gibi kimse de onu unutmayacaktı. O artık ölümsüzdü.

(Visited 32 times, 1 visits today)