Soğuktu, çok soğuktu. Nefes almamı bile zorlaştıran bir soğuk vardı. Haftalardır belki de aylardır bu cephedeydim. Gördüğüm yüzlerin çoğu artık donmaya, gözünü hayata kapamaya başlamıştı. Bir gururla geldiğim cepheden ölü bir şekilde ayrılmak üzereydim belki de. Ben zaten hiç anlamamışımdır iki karış toprak için milyonların ölmesini. İçinde yaşayacak insan, çalışacak doktor, okuyacak öğrenci olmadıktan sonra iki karış toprak nedir ki?
Artık ne takvimlerin ne de vaat edilmiş toprakların, sözlerin önemi kalmıştı çünkü herkes perişandı. Bugün sabaha karşı ordular “son” savaş için uyandırılmıştı. Herkesin mutlu ve umutlu olduğunu söylemek isterdim ama herkes ölü. Bizde ölecektik, bunu komutanda biliyordu bende…
Ordu denilemeyecek kadar az kişi olmamıza rağmen komutanlar umudunu kaybetmiyordu, her zamanki gibi savaşı kazanırsak uzun bir süre silah yüzü görmeyeceğimizi, ayağımızın düze basacağını söylüyorlardı. Artık onları ciddiye alan bir ordu yoktu, herkes artarda yapılan savaşlardan dolayı bitkin düşmüştü, evlerinde çocuklarına bakan anneler bile artık cephedeydi. Belki de daha kırkı çıkmamış bebekler açlıktan ölecekti, her şey olabilirdi. Bir savaşı bitirmeyi çok kolay gören komutanlar için her şey olması gereken gibiydi, insanları ölüme götürmek onların alıştığı bir olaydı, halbuki bizim gibi askerler ve emir altındaki herkes için yaşadıklarımız tamamen trajediden ibaretti.
Sonunda vakit gelmişti ve artık bu bir ölüm kalım meselesi değildi, ölüme giden yolun kendisiydi. Savaş emrini almadan önce herkes dilinde bize şans getirdiği inanılan marşın sözleri vardı. Marşın sözleri ,artık bir anlamı olmasa, şu şekilde gidiyordu
“Her zorluk, beni daha güçlü kılıyor; düşsem de kalkmayı ve devam etmeyi asla unutmayacağım!”
Bu marş okunduktan sonra savaş emri gelmişti, herkes son gücüyle koşmaya başlamıştı. Herkes içlerindeki dehşeti bir kenara bırakmaya çalışıyordu fakat gözlerindeki korku onları ele veriyordu. Bir mermi deyip geçiştiriyordu herkes, ama bir mermi bir candı ve herkes bunu unutuyordu…
Uzun ve sonu gelmeyecek gibi hissettiren bir çatışmadan sonra etraf sessizleşmişti, karşı devletin komutanı bu rezilliğe katlanamayıp , kaybettiğini anlamasının da etkisi vardır ki, savaş alanını bir kaç askerle terk etmişti. Geri kalan askerler silahlarını yere bırakıp teslim olmaya geliyorlardı. Hepsi savaşmaktansa öldürüp bu çileye son vermeye razıydı. Biz onlar kadar cani olmadık tabii, hepsini kendi revirlerimize götürdük ve dinlenmelerini sağladık. Komutanlar neşeliydiler, zafer duygusu gözlerinden belli oluyordu resmen. Her şey onlar için olması gereken gibiydi ancak bir komutan bu savaşın kendi zaferi olduğunu, en çok emek harcayıp kendini feda edenin o olduğunu söyleyince bir anne , bitkin düştüğü gözlerindeki bıkkınlık ve uykusuzluktan kaynaklanan mor göz altlarından belli olan, komutanı vurana kadar. Kendi bebeğini, oğlunu ve eşini savaşta kaybetmiş elinde bir hiç olan bir kadının bunu duyması ağırına gitmişti. Yapılan bu hareket oradaki kimseden bir tepki almadı, kimse şaşırmadı kadının üzerine yürümedi. Fakat kadın hayatına bu acılarla devam etmek istemediği için kalan tek kurşunu da kendine sıktı .
Trajik olaylar, savaştan sonra kurulan devlette iç karışıklıklar, devletin yöneticisi olmak için verilen siyasi savaşlar bu savaş kadar acı olmasa yaşandı. Ben bugün bunları , savaşın üzerinden tam elli altı yıl sonra sizlere, tarafsız bir biçimde anlatıyorum, savaşın psikolojisini ve baskısını bir askerden dinlemenizi sağlıyorum. Cahillikle savaştık biz, emir aldık onu yerine getirdik ama cahildik. Yapılması gereken bu değildi elbette ama başka bir yolu da yoktu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ten duyduğum bir laf ile bu kitabı bir daha konusu açılmamak üzere bitiriyorum” En büyük savaş, cahilliğe karşı yapılan savaştır.”