Bugüne kadar Leo’nun her güçlüğü aşmasına yardım eden şey egosuydu. Ettiği kavgalar, girdiği tartışmalar, hazırlanmadan yapılan projeler ve daha nicesi… Leo hiçbir zaman egosuna karşı gelmemiş fakat bir şekilde her zaman üstte kalmayı becerebilmişti. Belli ki Tanrı’nın sevdiği bir kuluydu. Fakat bu şans bu vurdumduymazlık nereye kadar gidecekti.
Mavi gözleri, uzun boyu, yapılı bir vücudu, simetrik yüzü ve dolgun sarışın saçlarıyla Leo dikkat çekici bir çocuktu. Küçüklüğünden bu yaşına, on altı yaşındaydı, kadar ona tanınan ayrıcalıklar egosunu şişirmiş ve onu “Benim başaramayacağım şey yoktur.” düşüncesine sürüklemişti. Şu ana kadar girdiği onlarca kavgadan, haklı haksız olmak fark etmeksizin, galip ayrılması; ailesinin verdiği rüşvetlerden dolayı okul yönetiminin asla cezalandıramadığı Leo’nun hocalarıyla hep tartışıp herhangi bir karşılık görmemesi ve hayatında kritik rol oynayacak fırsatlara hiçbir hazırlık yapmaması; Leo’yu bir hayli bencil bir kişiliğe dönüştürmüştü.
Leo için sadece bir başka gündü. Okula yine geç kalmış, dersi bozmuş ve hocasıyla tartışmaya girmişti. Tabii ki yine haklıydı(!) Teneffüste kafasını sıraya koymuş, uyukluyordu. Bu tatlı şekerleme yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Uyandığında etrafını beş tane iri yarı, dövmeli, belalının sarmış olduğunu gördü: ”Ne istiyorsunuz benden?” Adamlar gülüşmeye başladı ve gülmeyen tek kişi ve en yapısız kişi, belli ki liderleri; “Andre’yi tanıyor musun?” diye sordu ve ardından sağındaki adam onu bayıltan yumruğu attı.
“Andre’yi tanıyor musun, Andre’yi tanıyor musun, Andre’yi tanıyor musun?” kafasında sadece bu ses yankılanıyordu Leo’nun. Andre’yi tabii ki tanıyordu. Yaklaşık üç ay on beş gün kadar önce Andre denen pısırık, kısa, ufak tefek bir çocuğu dövmüştü. Neden mi? Buna Leo her zaman aynı cevabı verirdi: Neden olmasın?
Bilinci yavaş yavaş yerine geliyordu. Gözleri görmeye, kulakları işitmeye başlamıştı. Yüzü sırılsıklamdı ve çok fena acıyordu. Acıyı tarif etmek isteseydi hidroklorik asidin içine sokulduktan sonra birkaç kere kafasını duvara vurdurmuşlar gibisinden tarif ederdi. Gözlerini araladı, simsiyah ışıksız bir odadaydı, sanki Mısır mitolojisindeki kâinat gerçekleşmişti de güneş yutulmuştu. Elleri kolları kelepçelerle sıkıca bağlanmıştı, durumu ümitsizdi. Artık hiçbir çaresinin olmadığını anlayan egosu onu ilk defa kendi başına bırakıyordu. Yüzünde bir daha ıslaklık hissetti: Gözyaşlarını tutamıyordu, başına ne geleceğini bilmiyordu.
Kabullenmişti başına gelecekleri, sadece Tanrı’dan yalvarırcasına zarar görmüş ses telleriyle sessizce dua ediyordu. Fakat son pişmanlık neye yarardı? Kafasına Azrail’in haberini getiren soğuk bir namlu değmeye başladı. Simsiyah, güneşten uzak oda kırmızıya büründü.