Pazar gecesi saat 2.30’du. Etraf zifiri karanlık, hava buz kesiyordu. İş yerimde sıradan bir ticaret antlaşması daha yapılıyordu. Genelde işlerin her zamanki ters gitmesi beklenirdi, mallar olması gerekenden çok daha ucuza satılırken elde edilen para şirketin dağ gibi büyümüş borcunu sadece biraz daha artıracaktı. Ama daha önce yapılan herhangi bir antlaşma hiç bu kadar geç bir saate uzamamıştı. Normalde güneşin batmasıyla depoya ulaşan mallar, gece yarısına kadar ana binaya sevk edilmiş olurdu. Herhalde bu gece yaşadığımız fiyasko devasa turşu kavanozumuzun son salatalığı olacak ve pazartesinin gelmesiyle tefecilerin adamları bize verdikleri müddetin dolmasıyla canlarımıza kastedeceklerdi. Bu seferki vardiyamın neden bu kadar uzadığını bir türlü kestiremedim. Üzerimdeki kalın mavi battaniyeyi kenara koyup tahta iskemlemden doğrulup arkada neler döndüğüne bakmaya karar verdim.
Bahçeden binanın arkasında bulunan garaja geldiğimde patronumun ve iş arkadaşlarımın bir grup siyah takım elbiseli adam tarafından esir alındığını gördüm. Ticaret yapmaya geldiğini sandığımız adamlar şimdi bağışlayacakları canlar karşılığında tüm mallarımızı istiyorlardı. Tüm malları kaptırırsak bu bizim sonumuz olabilirdi. Bir şeyler yapmam elzemdi. Yardım çağırmak mümkün değildi. Yaptığımız yasadışı satışlar gereği kimsenin yanında telefonunu getirmesine izin verilmiyordu. Zor durumlar için tüm çalışanların yanlarında bir tabanca bulundurması gerekiyordu, ama akılsız ben kendiminkini masamın üzerinde unutmuştum. Geri dönüp tabancamı almaya tereddüt ediyordum, çünkü arkamdan da sesler gelmeye başlamıştı. Sürem azalıyordu, eğer harekete geçmezsem beni de yakalayabilirlerdi. Artık her şeyi denemeye hazırdım. Çaresizlikten yerden gözüme kestirdiğim irice bir taşı silahlı adamlardan birinin kafasına atmayı deneyecektim. Adam bayıldıktan sonra silahını alıp yandaki diğer iki adamı etkisiz hale getirmeye çalışacaktım.
Nişan aldım ve elimdeki taşı silahlı adama isabet ettirmeyi başardım. Ama hesaba katmadığım tek şey arkamdaki adamları tamamen unutmuş olmamdı. Yaptığım hareket neticesinde tüm çeteyi üzerime çekmiştim. Herkes benim üzerime doğru koşmaya başlamıştı. Kendimi hemen binanın arkasından ormanın derinliklerine doğru attım. Oradan nehrin karşısında bulunan kulübede saklanacaktım. Dikenli çalıların arasından toprak patikaya ulaştım. Çok geçmeden arkamdan adamlarından 2-3 tanesini peşime taktıklarını farkettim. Arada sırada pompalı tüfekleriyle arkamdan birkaç el ateş ediyor, beni korkutmaya çalışıyorlardı.
Uzun bir koşudan sonra nehrin önüne ulaştım. Ama adamlardan hala kaçabilmiş değildim. Arkadan gelen fişek sesleri gittikçe yükseliyordu. Aceleyle kendimi nehre attım. Kalan son gücümle azgın nehrin karşısında bulunan eski ahşap kulübeye doğru cılız kollarımla attığım kıt kulaçlarla ulaşmaya çalışıyorum… Ama tüm çabalarım nafileydi… Güçlü akıntı beni gitmekte olduğum yönün zıttına doğru çekiyordu. Birkaç metrelik dramatik bir düşüşün ardından bazı dallar tarafından acımasızca şişlenmeye doğru gittiğimi zannediyordum. Nehrin ucundaki bu yüksek şelalenin benim sonum değil, tam aksine en ön sıradan kaçış biletim olacağını kestirememiş olmalıyım ki geri dönmeyi denemeye teşebbüs etmiş olan ben bir kulacımın boşlamasıyla kendimi su yüzeyinin altında buldum. Nefes almaya çalışınca ciğerlerime giren buz gibi suyun bayıltmasının ardından, kuvvetli nehir tarafından biraz sürüklendikten sonra gür yapraklı uzun dalların arasına gelişigüzel sert bir düşüş yaptım.
Gözlerimi açtığımda kendimi yumuşak yaprakların arasında yara bere içerisinde buldum. Hareketlerimin önemli bir ölçüde kısıtlanmıştı fakat hala emekleyebiliyordum. Gücümü biraz toparladıktan sonra yavaş ama kararlı bir şekilde kulübeye doğru gidecektim. Oradan tam uzaklaşmak üzereyken omzuma bir el dokundu. Korkudan taş kesilmiştim. Bu beni arayan adamlardan bir tanesiydi. Beni sıkıca tuttu, namluyu kafama dayadı ve tetiğe bastı…