Herkesin çocukluğunda kurduğu hayaller vardır. Elbette ben de çocukluğumda birçok hayal kurdum. Kimi zaman kasabadaki mahalle mektebinde muallim olacağımı kimi zaman ise hatırı sayılır bi tüccar olacağımı hayal ederdim. Böyle hayaller kurmaya on sekiz yaşıma kadar devam ettim. Ta ki babam Trablusgarp Savaşı için cepheye çağrılana kadar. Annem ve ablam içeride ağlarken babam ve ben kapının önünde konuşuyorduk. Babam, ailemizi bana emanet ettiğini ve bir gün benim de cepheye çağrılabileceğimi söyledi. Ardından, herkesle helalleşip cepheye çağrılan birçok kişiyi götürecek trene yetişmek üzere istasyonun yolunu tuttu. Beni asıl etkileyen babamın gitmesi değil, benim de çağrılabileceğimi söylemesiydi. Önce korktum. Sonra kendime geldim. Bir anda içimdeki vatan sevgisi alevlendi ve her şeyin önüne geçti. O andan itibaren, o güne kadar kurduğum hiçbir hayal vatana hizmet etmek kadar cazip gelmemeye başladı. Artık yeni bir amacım vardı.
Babam fırsat buldukça bize mektup yazıyordu. Ben de köydeki okuma bilen tek kişi olarak hem babamın mektuplarını anneme ve ablama hem de diğer askerlerimizin gönderdiği mektupları yakınlarına okuyordum. Babasız yıllarım hızla geçiyordu. Bir gün diğer mektuplara benzemeyen başka bir mektup daha geldi. Fakat mektup bu sefer babamdan gelmemişti. Mektubu açtım ve okumaya başladım. Mektupta Yunan ordusunun İzmir’i işgal ettiği ve Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladığı yazıyordu. Mektubun sonlarına doğru ise titremeye başlamıştım. Çünkü beni de cepheye çağırıyorlardı. Ben daha kafamı kaldırıp annemin yüzüne bakamadan annem bana benimle gurur duyduğunu söyledi.
Üç gün sonra cephedeydim. Beni doğrudan komutanın yanına götürdüler. Komutan köyümüzdeki Rum kökenli komşularımızdan tıpkı ana dilimmiş gibi Yunanca öğrenmiş olduğumu duyduğunda bana diğer askerlerden farklı bir görev vereceğini söyledi. Görevimin ne olduğunu sormama kalmadan benim Yunan ordusuna casus olarak gönderileceğimi belirtti. Nasıl olduğunu anlamasam da beni bir şekilde Yunan birliklerinden birine dahil ettiler. Artık Yunan ordusunda Adonis adıyla tanınıyor ve aslında içten içe nefret ettiğim Yunan askerleri ile görünüşte çok iyi anlaşıyordum. Bunlar olurken de her gece Kurtuluş Savaşımızı başlatmak üzere yola çıkmış olan önderimiz Mustafa Kemal ve Kuvayi Milliye birlikleri için dua ediyor ve her gece sınır nöbetlerimiz sırasında düşmanla ilgili bilgileri kendi sınır nöbetçilerimize zor da olsa aktarıyordum.
1919 Aralık Ayı’nın sonlarıydı. Bir gece gizlice bana ulaştırılan mesajda düşmanın ana cephane deposunun yerini öğrenmem istenmişti. Belli ki bizimkiler büyük bir baskın yapacaktı. Cephane deposunun yerini zaten biliyordum. Fakat deponun yerini bizimkilere bildirmekten çok daha fazlasını yapabilirdim ve kendi kendime son görevimi verdim. Canımı kaybetme pahasına o gece cephaneliği havaya uçuracaktım. Nihayet zamanı gelmişti. Gece nöbet yerimi terkederek cephaneliğe ulaştım. Tek yapmam gereken kapıdaki iki nöbetçinin dikkatini başka bir yöne çekip içeri girmekti. Yanımdaki iki el bombasından birini, pimini çekerek nöbetçilerin yirmi metre uzağındaki çalılıklara fırlattım. Nöbetçilerin ani bir şokla nöbet yerini terketmesini fırsat bilerek hızla kapıdan içeri daldım ve cephanenin bulunduğu orta bölüme ulaştım. Bombanın pimini çektikten sonra kaçmak için topu topu beş saniyem vardı ama bu sürede binadan geri çıkmam imkansızdı. Olsun, ben zaten vatanım için ölmeyi çoktan göze almıştım. Bombayı tam oracığa kendi ellerimle bıraktım ve vatanıma hizmet etme imkanı verdiği için Allah’ıma şükrederek etrafımdaki herşeyin havaya uçmasını bekledim.
Gözlerimi kapattım, sonra tekrar açtım. Ankara’daydım. Tarih 27 Aralık 1919. Gördüm Atatürk’ü. Oradaydı. Derin maviliklerde halkı selamlıyordu. Mutluydum. Son görevimi başarmış ve şehit olmuştum. Gözlerimi bir daha açmamak üzere derin bir huzur içerisinde son kez kapadım.
SON GÖREV
(Visited 34 times, 1 visits today)