Düşünce ve devletler tarihi göz önüne alınıp detaylıca incelendiğinde bu iki ilgisiz gibi görünen olgunun birbirlerine nasıl etki ettikleri anlaşılacaktır. Topluluklar halinde yaşamaya mahkûm olan insan, hem içinde bulunduğu topluluğun hem kendisinin yararına olacak kararlar vermek zorundadır aksi halde bağımlı olduğu topluluk ve dolayısıyla kendisi hayatta kalamaz. Böyle hassas kararlar toplum içerindeki tek bir birey tarafından verilemeyeceği için toplumu oluşturan tüm bireyler birlikte çalışmalıdır. Tam da bu senaryoda karşımıza organize düşünen, yorum yapan, tartışan ve karar veren toplumlar çıkar ki bunlara bir çeşit “devlet” diyebiliriz. Ancak burada kaçırılmaması gereken soru şudur: Ya toplum tembel davranıp organize olmamayı seçseydi?
Böyle bir durumda toplum ilkel yaşayış tarzına geri döner ve kendisine önderlik etmesi gereken kişiyi – daha çok – şiddet yoluyla belirler ve yoluna devam ederdi. Fakat ilginç olan şu ki; organize olmuş, diğer bir deyişle devletleşmiş topluluklarda düşüncelerinin gücüyle liderliğe gelmiş ve kendini diğerlerine kanıtlamış olan bir birey bazen aynı ilkel olarak nitelendirdiğimiz “şiddet ile yönetme” yöntemine başvurabilir. Ancak yanlış anlaşılmasın, bu liderin kullandığı şiddet fiziksel olarak zarar verme değil, düşüncelerini çok iyi ifade edip toplumun geri kalan kısmını ikna etmesidir. Bu tür bir birey sahip olduğu makam için yaratıldığını ve hatta kendisinden başka hiç kimsenin bu makama layık olmadığını düşünecek kadar ileriye gidebilir. Bunun tek nedeni ise toplumun onun fikirlerini ve fikirlerini ifade ediş biçimini sevip onu liderleri olarak görmesidir. Yani toplum, kendi kendini zehirlemiştir.
Başta da belirtildiği gibi bu toplum organizedir, devletleşmiştir; yani kendi kendini zehirlediyse de öyle kolay kolay yıkılacak bir yapı değildir bu. Çünkü ilkel toplumlardan farklı olarak bir kontrol mekanizması vardır. Bu kontrol mekanizması kimi zaman toplumun ta kendisidir kimi zaman da yine toplumun seçtiği kişilerin oluşturduğu bir gruptur. Bu grup, önder kadar olmasa da belirli bir güce sahiptir ve bunu kullanmaktan çekinmez. Öyle ki eğer herhangi bir bireyin, ne kadar iyi biri olursa olsun, ne kadar ikna edici konuşursa konuşsun güce kavuşmasını istemezler ise topluma kontrol mekanizması sıfatıyla bu kişinin göründüğü gibi olmadığını söyleyebilir ve bu bireyin yükselişinin önünü çok kolay bir biçimde kesebilirler. Gerekçe olarak da bu bireyin güç zehirlenmesine açık biri olduğunu beyan edebilirler. Şayet geçmişte buna benzer bir olay yaşanmışsa kontrol mekanizmasının bu sözleri toplum üzerinde daha kuvvetli bir etkiye sahip olacaktır, nitekim kimse bir daha o günleri görmek istemez.
Tabii ki bu kontrol mekanizmasının görevi bu tür, güç zehirlenmesi yaşamaya müsait kişileri o makam ve güçten uzak tutmaktır, dolayısıyla bu iktidardan uzaklaştırma yöntemini yalnızca beğenmedikleri kişiler üzerinde kullanmazlar. Fakat tam da bu anda çok önemli bir soru akılları kurcalamaya başlıyor: Kim? Kimin ne kadar kötü ne kadar iyi olacağını nereden bileceğiz? Hoş sözler sarf edip toplumu arkasına alan kişilerin iyi liderler olacağı ne malum? Kontrol mekanizması kimin kötü kimin iyi olduğuna nasıl karar verecek? Bu belirsizlikler içerisinde eğer doğru karar verilmezse iş işten geçtiğinde bedeli yine toplum ödeyecektir. Bu yüzdendir ki kişinin doğru kişi olup olmadığına toplum vicdanı karar verir. Fakat ne yazık ki toplum manipülasyona açıktır. Kontrol mekanizması da bu konuda çaresizse, en başta bahsedilen organizasyonda yani devlette yani sistemde bir sorun vardır. Sorunlu bir sistemde takılı kaldığı için toplum sürekli aynı hatayı tekrar eder durur. Sonra birileri bunu görür ve şöyle bir söz söyler: Tarih tekerrürden ibarettir. Hatalı sistemle yaşamaya devam etmek toplumların kendilerine yapacağı en büyük kötülüktür.