Sinek Ölümü


Sırtında korkunç bir ağrıyla uyandı.

Belinin tam ortasından tüm bedenine yayılan bir ağrıydı bu, her yerini sarıp sarmalayan ve bu yetmezmiş gibi bir de midesine vurup sanki kusmak üzereymiş gibi hissettiren bir ağrı. Kendini daha rahat bir poza sokmaya çalıştı, fakat hissettiği acının yakında dinmeyeceğini anlayınca gözlerini araladı.

Küçük bir otel odasındaydı. İki tane tek kişilik yatak, hafiften sararmış duvarlar ve takır tukur sesler çıkaran eski bir klima dışında dikkatini çeken bir şey yoktu. Şimdi iyice uyanınca acısı ikiye katlanmış gibiydi. Ona ne olmuştu böyle? Elini sırtında gezindirdi, fakat acısının kaynağını bulamadı.

O derin derin düşünürken içeri Nefes daldı. Beste’nin uyandığını fark edince elindeki tostu bir yana bıraktı ve kardeşinin yanına oturdu. Açık sarı saçları dağınıktı, sanki yeterince uğraşırsa X-rayini görebilecekmiş gibi yataktaki soluk tenli kızı endişeli bir ifadeyle inceliyordu. Beste ise ablasına mızıldanmakta hiç vakit kaybetmedi, ablası daha “Nasılsın?” diye soramadan hemen söylenmeye koyulmuştu. Nefes onu birkaç dakika dinledi, sonra cebinden üzerinde “Silverdin” yazan bir krem çıkarıp sırtına sürmeye başladı. Elleri soğuktu, krem de cildini yakıyordu. “Korkuttun beni.” dedi Nefes, kaşlarını çatarak “Çok kötü düştün.”

Ablasının bu endişeli halinden huzursuzlanan Beste omuzlarını silkti. Şimdi hatırlıyordu: Etrafını daha iyi görebilmek için bir kavak ağacına tırmanmış sonra bastığı dal kırılınca da dengesini kaybetmişti. Nefes ise onun bu rahatlığından hiç hoşlanmamıştı. “Omuzlarını silkme öyle, ölebilirdin Beste! Az kalsın-”

“Abartmana gerek yok, iyileşirim ya. Hem, yukarıdan manzara pek güzeldi.”

Nefes ona ters bir bakış attı. “Senin için aynısını söyleyemem. Gollum’ a benziyorsun.” dedi, ancak sesinden endişesinin oldukça azaldığı anlaşılıyordu. Beste gözlerini devirdi. “Bak ben sana diyorum çok şey kaçırdın diye. Şu sırtım iyileşsin, o ağaca tırmanmak verdiğim en iyi kararmış bile diyebilirim. O değil de, bir sonraki durağımız neresi, onu söyle sen bana.”

Nefes Beste’nin sözü üzerine ayağa kalktı ve yatağındaki sırt çantasını karıştırmaya başladı. İçerisinden bitmiş abur cubur paketleri, üzeri tekrar tekrar renk renk kalemlerle işaretlenmiş büyükçe bir harita ve kalın, kırmızı defterini çıkardı. Beste defteri yattığı açıdan göremiyordu fakat içinde çeşit çeşit mitolojik canlıların yazdığını biliyordu. Zaten bu işe girişme amaçları buydu: Dünya’nın farklı yerlerindeki efsaneleri, rivayetleri, mitolojik her şeyi kayıt altına almak ve gerçekle bağlantılarını incelemek. Gerçi Beste vampirler, kurt adamlar, ruh çağırıcılar ve sirenlerden çok işin gezme kısmıyla ilgileniyordu.

“Buradan beş kilometre sonra bir kasaba var. Duş alıp yola koyuluruz.”


Derisini yakacak sıcaklıkta bir duş almaya karar verdi. Suyun, vücudundaki kiri, teri ve pisliği temizlemesini izlemek kadar rahatlatıcı bir şey yoktu. Ayrıca sıcak su sırtına iyi geliyordu. Parmaklarını saçlarında gezdirirken saç telleri elinde kalıyor, dökülüyorlardı. Kendine baktığında elini kalçalarının arasındaki çukura yerleştirebildiğini fark etti. Ne ara bu kadar zayıflamıştı? Tüm banyo buhar altında kalınca duşu kapattı. Otelin beyaz havlusuna sarınıp buğulanmış aynayı  eliyle hızıca sildi.Yansımasını aynada görünce bir an irkildi. Kardeşinin ona niye “Gollum” dediği şimdi ankaşılıyordu; gözlerinin altı mosmordu, dudağında ve yanağında bir kaç çizik vardı ve cildi hastalıklı, soluk mavi bir renkteydi. Bu duruma anlam veremedi, sırtını çarpmak bir insanı böyle etkileyebilir miydi? En azından göründüğünden daha iyi hissediyordu. Aslında, düşününce, sırtı dışında kendini çok iyi hissediyordu, hatta istese bir maraton koşabilecekmiş gibi. Görünüşüne çok kafa yormamaya karar verip daha gezecekleri yerleri hayal ederek keyiflendi, belki birkaç ilginç fotoğraf çekerdi.

Giyinip Nefes’in gri çantasından sırtı için ağrı kesici aldı. Sonra onun duş almasını beklerken bugün kamerasından çektiği fotoğrafları inceledi. Her şey güzeldi.


O gece yüzüstü uyudu. Sırtındaki ağrı başka bir pozisyona el vermiyordu.


Yolda ne zaman mola verseler kağıt oynadılar. Yıllardır kağıt oynamamışlardı. Beste nedense sanki Nefes onun kazanmasına izin veriyor gibi hissediyordu, ki bu komikti çünkü Beste Nefes’in onlar çocukken bile hiçbir şeyi kazanmasına izin verdiğine hatırlamıyordu. Gerçi tüm gün yol gitmişlerdi, Nefes’ in yorulmuş olması o kadar da şaşırtıcı değildi. Bir an ablasının kemiklerinin de kendisikiler gibi sızlayıp sızlamadıklarını merak etti ama sorusunu seslendirmek yerine cebinden biraz daha ağrı kesici aldı.

Eğer şu sinek olmasaydı mükemmel bir gün olacaktı.

Beste aynı sinek olup olmadığından emin değildi, fakat kendisi hayatını Beste’yi gıcık etmeye adamış gibi görünüyordu ve oldukça ısrarlıydı da. Ne zaman elleri haraketsiz kalsa veya kartlarını masaya koysa üzerine konuyordu. Elini sürekli sallayışı onu aptal gibi gösteriyordu ve Nefes bunu pek komik bulmuştu, kardeşinin sinekle imtihanını sırıta sırıta izliyordu.

“Hadi ya, öldür gitsin.” dedi, desteden bir kart çekerek. Beste eliyle bir böcek ezme düşüncesini pek cazip bulmadığından duruma katlanmaya çalıştı. Ancak birkaç dakika sonra sinek bileğine konunca sinirlenip eliyle çarptı. Sinek  Beste’yi hüsrana uğratarak bu darbeden kaçmayı başardı hatta bir de bu yetmezmiş gibi saldırganının yüzüne doğru uçarak onu geriye doğru sıçrattırdı. Bu sırada kartlarını yere düşürmüş olan bnları almak için eğilince sırtındaki ağrı ikiye katlandı. İki büklüm, inleyerek destek için masanın yanına tutundu. Beti benzi atmıştı.

Nefes hemen ayağa fırladı. “Hey, iyi misin?”

“Evet evet…” Beste masadan destek alarak tekrar sandalyesine oturdu, yüzünü acıyla buruşturmuştu. Parmak uçlarıyla siyah beyaz gömleğinin altında ağrıyan yere dokundu ve tekrar dikleşti. Nefes kartları almak için yere çömeldi. “Bir bakmamı ister misin?” Bir yandan Beste’nin kartlarına baktığını saklamaya çalışmıyordu bile. Sinek, dalga geçermiş gibi Beste’nin burnuna konup tekrar havalandı.

“Yok yok, iyiyim ben” dedi Beste. Altı üstü düşmüştü, morluklara da yapılacak pek fazla şey yoktu.

Üç el sonra Nefes sineği öldürdü. Elindeki pisliği peçeteye silerken Beste’ye gülümsedi.


Diğer gün sabah erken kalktı. Yakındaki bir kafeden kendisine ve ablasına iki kahve söyledi. Karşısındaki kadın kısık gözlerle ona bir süre dik dik baktıktan biraz sonra kahvelerini hazırladı. Yüzünde düşüşünden kalan daha iyileşmemiş birkaç yara olduğunu biliyordu. Daha sonra yandaki eczaneden sırtı için daha güçlü bir ağrı kesici almaya gittiğinde oradaki yaşlı kasiyer de ona sanki öcü görmüş gibi bakınca ve Beste içten içe iyi olduğunu temin etmek istedi ama bir şey demeden çıktı.

Otel odasına döndüğünde ablası daha yeni uyanmıştı, artık nasıl bir pozisyonda uyuduysa yüzünde yastık izi çıkmıştı. Elindeki kahveyi görünce gülümsedi. “Oh, sen…” bardağa uzandı, “…seni seviyorum”. Pek özendiği tırnakları diplerine kadar kemirilmişti.


O gün akşam Beste yine muhtemelen cildi için sağlıklı olandan çok daha sıcak bir duş almak için duşakabine girdi. Tam şampuanını yapıyordu ki hayatı boyunca aldığı en iğrenç, en rahatsız edici koku geldi burnuna. Kendini orada kusmamak için zor tuttu. Suyu kapatıp kafasını dışarı uzattı,

“Nefes! Sana da geldi mi koku?

“Ne kokusu?”

“Burası leş gibi kokuyor. İğrenç.” Burnunu ve ağzını eliyle kapadı. Su yüzünden ve ellerinden fayanslara damlıyordu, her yeri su yapmıştı bile.

“Ben bir koku almıyorum.”

Koku, geldiği gibi aniden yok olmuştu. Elini yüzünden çektiğinde saçındaki şampuanın verdiği lavanta dışında başka bir koku almadı.


Beste, sineklerin absürt bir hızla çoğaldıklarına emindi.

O ilçedeki doğa üstü, olağanüstü, paranormal ne varsa alt üst ettikten sonra tekrar yoldalardı. Yolları kısaydı, fakat ilerideki bir trafik kazasından bir benzin istasyonuna çekip yolun açılmasını beklemek zorunda kalmışlardı. Beste navigasyona bakmayı çoktan kesmiş Instagramda geziniyor, bir yandan bir tutam saçıyla oynuyordu. Aynı köpek videosunu üçüncü kez izledikten sonra su almak için benzin istasyonunun marketine girmiş olan ablasının peşinden gitmeye karar verdi.

Arabadan homurdanarak indi- aynı pozisyonda çok uzun süredir oturmaktan bacakları uyuşmuştu- lakin direkt yüzüne üşüşen bir sinek sürüsüyle karşılaşınca açıkası acınası bir halde cıyaklayarak arabanın içine attı kendini. Bir yandan sinek güruhu onun peşinden arabanın içine doluşup çevresinde kara bir bulut halinde vızıldıyorlardı. Sineklerle beraber arabanın içini keskin bir çürük kokusu doldurmuştu. Arka koltuktan kaptığı üçe katlanmış bitik cips paketini savurdukça pakette ve polyester koltuklarda siyah siyah lekeler kalıyor, sayıları giderek azalıyor olmasına rağmen koku giderek artıyor, gözlerini yaşartıyordu. Boğazında yükselen safrayı kusmamaya odaklanmış bir halde sineklerin çoğunu ezdiğinde etrafındaki kalıntıları torpida gözünde tuttuğu ıslak mendille iğrenerek temizledi. Ellerini silerken bileklerindeki garip lekeleri fark etti. Ne kadar silse de çıkmayan mavimsi lekeler. Sineklerin kanı mavi miydi acaba? Daha önce hiç düşünmemişti. Tüyleri ürperdi. Arabadan inmeye bir daha yeltenmedi.

Nefes marketten döndüğünde ve Beste panikle hikayesini dile getirdikten sonra sunduğu tek açıklama yolu kapatan trafik kazasının kanazilasyondaki bir problemden olmuş olmasıydı, ki bu hiç tatmin edici bir açıklama değildi. Buna rağmen nedense içindeki bir ses sorgulamamasını söylediğinden karşı çıkmak yerine kafasını sallayıp “Olabilir.” dedi, “Şu koku da ondan herhalde.”

Nefes gözlerini kırpıştırdı. “Hangi koku?”

Beste duraksadı. Kokuyu artık almadığını fark etmişti. “Şey…Sen dönmeden önce ceset gibi bir koku vardı da…” Kokuyu o mu hayal etmişti?

Ablası hımladı. Elindeki kraker paketini uzattı ama Beste onu geri çevirdi. Az önce yaşanandan midesi bulanıyordu, üstelik hasta olacak gibiydi. Boğazı kuruydu ve sürekli üşüyordu. Daha önceki kilo alma kararı ters tepmişti, şimdi de şişmiş hissediyordu.

Geri kalan yol boyunca yanındaki sarışının endişeli bakışlarını, sırtındaki ağrıyı ve Nefesin marketten dönerken sineklerin saldırısına uğramadığı- üzerine bir tane bile konmamıştı- görmezden geldi.


Çürük ceset kokusu ve sineklerin bitmek bilmeyen vızıltısı onu o gece uyutmayacak kadar güçlüydü. Ablası ise hala herhangi bir koku almadığını iddia ediyordu, halbuki surat ifadesinden ve eliyle burnunu tıkamasından yalan söylediği çok barizdi. İçinden bir ses konunun üzerine gitmemesini söyledi.


Birkaç gün sonra, lanetli olduğu iddia edilen bir mezarlığı enine boyuna gezdikten ve Beste üç saat boyunca kamerasıyla en iyi açıyı yakalamaya uğraştıktan sonra sonunda kendini buldukları ilk otelin, tek bir ailenin baktığı küçük butik bir oteldi bu, yatağına atmıştı. Nefes, onlara yiyecek bir şeyler bulmak için odadan çıkmış, daha dönmemişti.

Ağrıyan boğazını ovaladı. Tahmin ettiği üzere hasta olmuştu. Halsizdi,  hafiften başı ağrıyordu, niyeyse sırtındaki morluklar hala tam iyileşmemişti ve şimdi de gözünde tik vardı, seğirip duruyordu. Ayağa kalkıp içerisi havalansın diye perdelerle camı açtı ve içeri girmeye çalışan sinekleri elinden geldiğince kovmaya çalıştı. Sineklerle beraber pis koku da geri dönmüştü, küçük alanda da yoğundu.

Boğazını temizlemek için banyoya yöneldi. En son bu kadar yorgun hissettiği zamanı hatırlamıyordu. Sinekleri gönülsüzce savuşturdu ve aynanın üzerine konmuş olan bir tanesini eliyle ezdi, avucunda kalan iğrenç pisliği görünce de burnunu kıvırıp elini lavaboda yıkadı.

Nereden geliyorsunuz?” diye kendi kendine mırıldandı. Elinde bir tomar tuvalet kağıdı, diğerlerinin ulaşabileceği bir yerlere konmasını bekledi. Gözünün seğirmesini durdurmak için gözünün altını ovuşturdu. Sanki orada, derisinin altında, bir şey sürünüyordu. Boğazındaki balgamın her yutkunduğunda haraket etmesinden rahatsız oldu ve sinekleri unutup saçlarını geriye çekerek lavaboya eğilip tükürdü.

Beyaz, kıvranan, yapışkan şeyler lavabonun içine tükürüğüyle beraber şapırtıyla düştüler ve porselenin üstünde sürünmeye başladılar.

Kurtçuklar!

Beste gözlerine inanamayarak dehşet içinde sırtı duvara çarpana dek geriye kaçtı. Parmaklarını ağzına sokup panikle dilini ve boğazını tırmaladı. Öğürerek tuvalete kustu ve kusmuğunun içinde larvalar yüzüyordu. Faltaşı gibi açılmış gözlerinden yaşlar akar ve vücudu şiddetle titrerken sifonu çekmek için uzandığında gözü tekrar seğirdi ve oradaki kurtçuk da gözünün altından çıkarak klozetin üstüne düştü.

Korkusundan nefes alamayan Beste yere çöktü ve titreyerek sırtını duvara yasladı. “Bune lan?” diye fısıldadı, karnına bastırarak, “Bune lan?”

Yaşamakta olduğu durumu aklı almıyordu. Şok içinde ağzı açık kalmıştı ve boğazından yukarı tırmanmaya çalışan larvaları hissedebiliyordu. Tüm oda çürük et, leş ve ceset gibi kokuyordu. Elini yüzüne götürdüğünde daha da güçlendi bu koku, çünkü-

Çürük et, leş ve ceset gibi kokan kendisiydi.

Dehşete kapılarak kendini zorla, yavaşça, ayağa kalkmaya zorladı. Aynanın önüne geçti ve giderden yukarı tırmanmaya çalışan kurtçuklara bakmamaya çalışarak gömleğini çıkararak sırtını döndü. Başını sırtındaki morluklara bakmak için çevirdi fakat sırtındaki bir morluk değildi, hayır, sırtındaki şey bir yanıktı- bir harf, sayı veya sembol şeklinde bir yanık, bu açıdan tam anlayamıyordu- derisine kazınmış, soyulmuş, etrafı sürekli kaşımasından kızarmış, ve o kadar derine işlenmiş ki çizgileri koyu ve kırmızı.

Nefesi kesildi, irkildi, daha iyi görebilmek için başını ve vücudunu daha çok döndürmeye çalıştı lakin sanki simgeleri tanımamış olsa da ne olduklarını biliyor gibiydi; çok daha önce, bir yerde, bir zaman, karısının öldüğünü kabullenemeyen bir adam, ölümün ta kendisi Thanatos ve mezardan sürünerek çıkan kadının hikayesi,çürüyen bedenine işlenmiş antik Yunan alfabesinden semboller, tam olarak yaşamayan ama ölü de olmayan bir kukla ve ablasının bunları not alırkenki yüz ifadesi-

Gömleğini bırakıp aynaya, yansımasına döndü. Soluk, mavimsi cildinde, iskelet gibi duran haline, kuru dudaklarına, iyileşmeyi reddeden çiziklere, boş bakışlarına baktı. Bir larva ya da başka bir şey; beyaz, şişman ve yavaş, dudaklarının arasından uysalca dışarı çıktı ve lavaboya düşüp diğerlerinin yanına katıldı.

Ağaçtan düşüşünü hatırladı. Ablasının ismini haykırmasını sonra da bağrına basışını.

Odada uyanışını hatırladı. Soğuk, solgun ve tam doğru değil.

Oh,” dedi umutsuzca, “Oh Nefes, hayır, Nefes, ne yaptın sen?

Kollarını lavaboya dayadı, büyük bir tiksinme duygusuyla musluğu açtı ve kurtçukların boğuluşunu, giderden aşağı süzülmelerini izledi. Suyun akmaya devam etmesine izin verdi, dizlerinin üzerine düştü. Soğuk fayanslara soğuk ellerine bakarak oturdu. Vızıldayarak avucunda bir sinek kondu.


Beste, Nefes’in bir yandan çantasını hazırlayışını bir yandan az önce getirdiği sandviçini yiyişini izledi. Kendisi de banyonun kapı eşiğinde yana yaslanmış, kendi sandviçinden küçük ısırıklar alıyordu. Nefes hazırlanırken düzenli olarak başını kaldırıyor, “Burada olman çok güzel” demek ister gibi gülümsüyordu.

Beste de ona gülümsüyordu: Küçük, hüzünlü tebessümler. Nefes, onların üzüntüsünü veya küçüklüğünü ya görmezden geliyor ya da fark etmiyordu.

Ona söyleyebilirdi. Ablasının ne yaptığını bildiğini. O gün o ağacın altında öldüğünü bildiğini. Nefes’in onu zorla geri getirdiğini de. Ona diyebilirdi ki: “Bu doğru değil. Bu hikaye kötü sonla bitiyor. Benimle nasıl yaşayabilirsin? Beni burada tutmak tüm bunlara değer mi?” 

Fakat zaten cevabını bildiği bir soruyu sormanın anlamı yoktu. “Evet, elbette.” diyecekti Nefes, “Elbette değer. Her şeye değer.”

Halbuki Nefes çok, çok mutluydu. Dünyaları sona eriyordu ve Nefes çok mutluydu. O ölmüştü fakat Nefes çantasını toplarken gülümsüyordu ve Beste onu bu mutluluktan nasıl alıkoyabilirdi?

Ablası çantasını omzuna attı ve Beste’ye döndü, yüzünde o kocaman ‘hadi yola koyulalım’ sırıtışı vardı. Beste de kendini tebessüm ederken buldu.

“Hazır mısın?”

“Evet” dedi Beste, banyonun eşiğinde oyalanarak. Dilinin altına girmiş bir şeyi yutkundu ve gözündeki tikin ya da başka bir solucanın seğirdiğini ve kaydığını hissetti. Tırnaklarının çevresindeki deri kalkıyordu ve maviydi, Beste onları ceplerinde sakladı. “Evet, hadi gidelim.”

Nefes gülümsedi ve kapıyı açtı. Kokuşmuş, sinek dolu oda ışığa boğuldu.

(Visited 2 times, 2 visits today)