Hiç şüphem yok ki, hepimiz mizacımız hakkında az çok bilgi sahibiyizdir. Hadiseler karşısındaki tutumlarımız, varlığından zevk duyduğumuz şeyler, süregelen alışkanlıklarımız ve bu gibi niteliklerimiz hakkında ruhlarımız, su sızdırmaksızın bu dünyada kendiyle zaman geçirdikçe fıtratını daha iyi kavramaktadır. Peki, kendimizle yürüdüğümüz bu yolculuğu ayrı bir patikasına yönelmek için, deli cesaretiyle, biraz tuhaf bir soru yöneltsem: Gündelik hayatınızda içselleştirdiğiniz kaç tane “siz” var?
İlk bakışta anlamsız ve sığ gibi görünen bu soru, aslında siz itmek istedikçe derinleşen bir çukur. Açıklamak gerekirse, zamanında pek çok düşünürün farklı ve ilginç sonuçlara ulaştığı bu soru, Halil Cibran’a göre “yedi benlik” şeklinde ifade edilmiştir. Yeri geldiğinde çatışan, tartışan, düşünen yedi insanımsı benlik… Hepsi de sadece birlikte anlam bulan gökkuşağını yedi ayrı rengini anımsatıyor. Gerekli dikkati gösterirseniz esasen bizim de birden çok benliğimizin bulunduğunu fark edersiniz. Mesela, sıradan bir gencin bulunduğu çevrelere ve o çevrelerin getirdiği sorumluluklar doğrultusunda şekillenmiş şu gibi benlikler olabilir: Ailedeki “en büyük abi”, stajyerlerin “meraklı çömezi” ve üniversitedeki “çalışkan karınca”…
Tabii son yirmi yıldaki teknolojik gelişmeler, özellikle de “sosyal medya” diye adlandırılan “siyanürvari” platformların doğuşuyla beraber, bu yedi kişilik ailenin yeni bir üyesi dünyaya geldi. Hiçbir diğer benliğe benzemeyen, arzuların yalanlarla harmanlanarak şekil bulmuş hali, görüp görebileceğinizden çok daha farklı sekizinci bir benlik: “Simulakrumlarımız.”
“Simulakrum” veya “simulakr”, anlam olarak “sahtekârlık” ve “taklit” kavramları üzerine kurulmuştur. Düşünce biliminde ise Jean Baudrillard’a göre “orijinal olmayan, zaten kopya olan bir kavramın kopyası” şeklinde de tanımlanmıştır. Simulakrumlarımız genel olarak etkileşime geçtiğimiz kişilerin, çoğu zaman yabancıların, bizim hakkımızda belli sebeplerden ötürü gerçekleri veya yalanları doğru şekilde ayırt edemeyeceği ortamlarda, bizzat kendimiz tarafından, hakikatimizden uzak başka bir varlık olarak oluşturulurlar. İşte bu sanal benlik de bu yüzden korkulası bir mahlûkattır. Çünkü onlar, düşlerimizin sahte ama sempatik birer yansımalarıdır. Simulakrumlarımızın ortak en mühim özelliği, gerçek bizi yansıtmamalarıdır. Her zaman bizden belki de hiç olamayacağımız kadar daha güzel, zeki, kültürlü ve ilgi çekici olmalarıdır. Doğal habitatları genellikle internet, özellikle de iletişim ve sosyal medya platformları olan “Sanal şarlatanlarımız” işinde o kadar iyidir ki, zamanla hıncahınç eğlence dolu “güvenli” internet serüvenimiz kendimize yabancılaşmamızla sonuçlanır.
Ben, sonun başlangıcı olarak gördüğüm ilk evreleri hep Amerika kırsallarının kâbusu “takla otuna” (tumbleweed) benzetirim. Çünkü hep küçük “tatminsizlik filizleriyle” başlar, ardından da kargaşa ve kıyamete dönüşür. Her gün aynadaki kişi size daha az güzel, daha fazla kusurlu gözükür. Öyle bir an gelir ki kendinize “photoshop” uygulamalarının kusursuz fırçaları, telefon filtrelerinin serpme güzellikleri olmaksızın tahammül edemezsiniz. Çünkü Franz Kafka’nın bir sabah ansızın hamam böceğine dönüşmesi ne kadar imkânsızsa diğer simulakrumların da doğal ve “güya kusurlu” fotoğrafınızın kalp şeklindeki “beni tatmin et” butonuna tıklamaları da bir o kadar imkânsızdır. Ne yazık ki bu gündelik trajedi yüzünden her yıl binlerce genç kişilik bozukluğu gibi ruhsal hastalıklardan muzdarip olurken onlarca başkası kendi hayatına son veriyor. Dayanılması güç karşı akıntıya yüzgeç sallayan birçok balık gibi hepimiz az veya çok dahil oluyoruz bu amansız yarışa. İdrak etmeliyiz ki, bu durum trajik bir “kendini dolandırma” aslında.
Peki, nasıl kurtuluruz özgüvensizliğin zincirlerinden ve kusurlarımızın zindanından yetersizlik işkencesini ederken? Pek farklı çareye giden pek farklı patikası vardır bunun da. Bir güruh, bin bir çeşit şey söyler. Fakat hiç kimse, neticede “vebanın şifaya gebe” olduğunu bilmez. Yalanların, taklitlerin ve özentinin kirli kefeninin, sekizinci benliklerini sardığını ve önemli olanın onu yolup atmak olduğunu görmezler. Tek yapmaları gereken budur. Aslında, kendileri gibi, hayallerinin ve arzularının da içeride esir düştüğü yansımalı ki gözlere, özgürlüklerine kavuştuklarında ellerinizden tutup size yol ve önünüzü aydınlatacak birer ışık olsunlar. “İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları kişiyi anlatırlar.” der, Yusuf Atılgan. “Gözünü aç!” diye emreden hakikat kelebeğini burnumuzun ucuna kondururcasına…