Yorgun ve savaşçı ruhumun pes etmediği bir an yine. Gözlerimi açtığımda fark ettiğim ilk şey beyaz ışık ve yanımda öten makinenin sesleriydi. Tıpkı filmlerdeki gibi bir andı. Kendine özgü kokusuyla beynimin içinde korkunç yerlere sahip olan bir hastanede, bir sedyenin üstündeydim. Normalde hastanede bir koşuşturmaca olurdu ama ya benim kulaklarım duymuyordu ya da gerçekten burada kimse yoktu.
Kafamı sedyeden kaldırdım ve etrafıma bakındım. Tanıdık birini görmeyi bırakın, insan görsem mutlu olabilirdim belki ama etrafta çıt yoktu. Sadece havadan gelen o mayhoş rüzgarın sesi ve benim başımda öten bir makine… Hoş daha ne kadar kötü olabilirdi ki? Belki de yeniden kalp rahatsızlığımdan dolayı bayılmıştım ve kalp nakline kadar olan bu süreçte geçirdiğim aynı zamanda artık sonsuz sayıya ulaşmış bir ataktan yine serumla kurtulmuştum.
Adımlar atarak odadan çıktım ama keşke çıkmasaydım… Etraf darmadağınıktı. Yerlerde sedyeler, poşetler, kağıtlar ve bir sürü hasta önlüğü duruyordu. Bunun yanında da görmeye hiç alışık olmadığım kan lekeleri… Duvarlardan tutun da en küçük deliğe kadar her taraf kandı. İşin ilginç tarafı ise ortada ne ölü ne de canlı bir insan vardı.
Üstümdeki kıyafeti değiştirerek odadan çıktım. Korkunç koridorda yürürken tek umudum bir telefon bulup annemi aramaktı. Danışman tarafına geldiğimde çalışan bir telefon bulma umuduyla masanın arkasına geçtim. Beyaz telefonun avizesini açar açmaz gelen “Hat yok.” sesiyle daha da korktum. Merdivene doğru ayaklarım ve ciğerlerim acıya acıya koştum. Bunun yanında ne üzerimde bir miktar para ne de kendimi güvenli bir yere atmak için insanlara ulaşacağım bir telefon.
Hastanenin dış kapısını açtığımda karşımdaki manzaradan hiç hoşlanmadım. Etrafta bir insan belki bir fare bile yoktu. Nerde olduğumu bilemediğim için sıcak asfalt üzerinde durmadan koştum ve koştum. Anneme olan özlemim ve şu anda olanlara karşın korkum ne kadar yersiz gözükse de beni güçsüz kılmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Aniden kafamda bir acı hissettim. Saçlarımın arasından akan o kırmızı sıvı beni çok kötü bir düşünceye itti. “Ben ölüyor muydum? Bana ne olacaktı?” Ellerimi kafama götürdüğümde kafamdan dışarı fırlamış bir bellek gördüm. Korktum. Hem de çok korktum. Hemen yakındaki bir markete koşup peçete, batikon ve pamuk aldım. Bir de sargı bezi.
Marketin içindeki tuvaletlerin birinde ellerimi zor bela belleğin olduğu yere götürdüm. Sanki beynimin içinden her bir parçayı söküyorlarmış gibi belleği dışarı doğru çektim. Bağırdım, ağladım ve en çok da halime acıdım. Neler olmuştu? En önemlisi de bu yaşadıklarım neyin nesiydi?
Belleği çıkardığım anda karşımda kocaman bir ekran belirdi. Beklenmedik bu hareket benim yere düşmeme ve kendimi duvar kenarına itmeme sebep oldu. Karşımda duran adam, “Merhaba evlat. Şu anda nasıl bir duygu içerisinde olduğunu biliyorum. Ama şunu bil ki, sen elinden geleni yaptın. Başaramadın üzgünüm. Bizlerle gelemeyip dünyalı arkadaşlarınla kaldın. Onları bul ve hayatına devam et. Tabii ne kadar devam edebilirsen!” dedikten sonra kafamdaki kanamadan dolayı gözlerim ağır ağır kapanmaya ve ekranı kaybetmeye başladım. Bir video oynamaya başladı ama tam odaklanamıyordum.
Dedikleri kafamın içinde çınlarken birden bütün dünya sessizliğe büründü. Ağzımda gevelediklerimle bu yardım çığlığını bir tek ben mi duyuyordum? Kafamın içinde sadece iki kelime vardı: