Her geceyi sabah etmek için uğraşan bir kızın barınağıydı odası. O küçük oda ne çok şey saklıyordu içinde. Ne yazarlar ne hikayeler ne anılar… Yazılmış ama bitmiş olan her şey. Kıza göre çok zor olan ve karar aşamasında kendini kaybettiği konular tam aksine oğlanı daha da çok kendine itiyordu. Fark etmesi uzun sürmedi. Sanki peşinden üç dev şairi sürükleyen Tomris Uyar gibi kız da onu peşinden sürüklemişti. Yeri gelmiş; Edip Cansever gibi uzaktan sevmiş, yeri gelmiş; Turgut Uyar’ın dünyaya açılan penceresi gibi dibinde bitmiş ama sıkılmış ve yeri gelmiş; Cemal Süreyya gibi en içten ve en saf duygularla hapsolmuştu oğlan.
Unutulamayan ve maziye yazılan koskoca iki sene. Kız için ayrı ya da birlikte fark etmez, onu kalbindeki taşa kazımak belki de en muhtemel ve güzel şeydi ama yine aynı Tomris Uyar gibi o da Turgut Uyar gibi birinden bıkmış, sıkılmış ve artık dünyaya açılan bir pencere olmak istemiyordu. Çünkü Cemal Süreyya’nın büyüsüne kapılmıştı o şahane kadın aynı kızın oğlana kapıldığı gibi…
Kokusuyla uyumak, ellerini tutmak ve en çok da o yumuşacık saçlarında gezinmek istiyordu amma ve lakin tek sorun kızın deli çılgınlığı ve bağlı olamayışıydı. Dediğim gibi, ben ki bu hikayenin muhteşem ama bir o kadar da zavallı kadını Tomris’i, sen ki ona olan aşkıyla bir mum gibi yanarak eriyen Turgut’u, uzaktan uzağa sevdasından kendini yiyip bitiren Edip’ ve de kadına olan aşkından hem kendini hem onu hem de etrafını yakan, içindeki yangından bir türlü kurtulamayıp hem kendini hem de kadını yakan Cemal’i.
Bak Orhan Veli ne güzel demiş sevgili, sen iyi bilirsin bu dizeleri;
“…Belki de bir rüyaydım/Senin için/Uyandın ve ben bittim/Beni güzel hatırla.”
Nasıl başlamalıyım bilmiyorum ama bizim dilimizden bir tek ya Nazım ya da Cemal anlar. Nazım demiş ki; Sende, ben İmkansızlığı seviyorum/Fakat asla ümitsizliği değil….
En büyük umutlar karanlıkta ortaya çıkar derler. Biz de bu ümitsizliğin içinden çıkabilir miyiz sence? Yüreğimiz, bedenimiz dayanır mı buna? En önemlisi de ayaklarımız geri geri gitmez dedi? Korkmaz ya da?
İmkansızlığına, uzak bakışlarına bırakıp gitmek o kadar kolay değildir beyefendi! Yanımdan ayrılmak veya benden kaçmak zor olmalı, en azından şimdilik. Sana o kadar çok şey yaptım ki… Bıraktım, hem de defalarca. Üzdüm, geceler boyu. Saatler geçmedi, gece bitmedi. Aya baktın, odaya baktın, duvara baktın ve o kapkara gözlerin hiç mi hiç usulca kapanmadı. Ne yorgunluktan ne de ağlamaktan. O kadar çok kırmıştım ki seni; o gözlerin ne beni görmeyi ne de dünyayı görmeyi yediremiyordu. Hani bana hep derdin ya; sen sadece ilgi istiyorsun. Ne bizi ne de beni önemsediğin yok.
Haklısın. Haksızsın diyemem ama beni bir kere dinlemedin ki. Gittin. Sebepsizce, umarsızca. Zordu. Hem de öyle zordu ki, verdiğin o kumaş parçasında ya da bileklikte bile kokunu aradım ama yoktu. Sen yoktun. Her vukuatta yanımda olan o insan en kötü ve en yalnız hissettiğim günlerde yanımda yoktu. Aramanı bekledim. Bağırıp çağırıp “Neden?” diye sormanı bekledim ama yoktu. Ne yazık ki sana dair hiçbir şey yoktu.
Hani dedim ya “Şahane kadın ve dev üç şair”, Tomris’in Turgut’a baktığı gibi, Cemal’le olan sevişmesi gibi ve Edip’le oturup çok kez rakı içmesi gibi sevdim ben seni. Belki sıkıldım, bıraktım ama hep sana döndüm. Ta ki sen benden vazgeçene kadar…
İşte biz Cemal Süreyya’nın yazdığı o şiirdeki gibiyiz; Güzel anılar kadar hüzünlü/ Hüzünlü şarkılar kadar güzel, sevgilim…